Oturma odasında büyük bir radyo, altında da bir pikabın bulunduğu bir evde büyüdüm. Pikabın yanındaki bölmede taş plaklar dururdu. Bu plaklardan Munir Nurettin’den “Adalar Sahilinde”yi, Müzeyyen Senar’dan “Feraye”yi, Samson Francois’dan Chopin’in “Polonez”i dinlenebilirdi. Birkaç plaktan sonra pikabın iğnesinin değiştirilmesi gerekirdi.
Radyo önemliydi. Haberlerin yanında, Orhan Boran’ın programı, Celal Şahin’in skeçleri, Eşref Şefik’in anlattığı güreş ve boks maçları, tiyatro oyunları bütün ev halkınca topluca dinlenir, üzerlerinde konuşulurdu.
Her şey transistörlü radyo ile başladı. Radyonun küçülüp bireyselleşmesi ile radyo ev içindeki seçkin yerini yitirdi.
Radyoya asıl darbe televizyondan geldi. Televizyonun yaygınlaşması, kanalların çoğalması, renkli olması ile oturma odalarında radyonun yerini televizyon aldı. Radyolar kayboldu. Bir süre sonra televizyon yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olmuştu.
Dinleti alanında taşınabilir pikaplar, 45‘lik plaklar derken sesi kaydeden teypler çıktı. Kocaman Grundig teypler her yani sardı. Lazer teknolojisinin müzik alanına girmesi gerçek bir devrimdi. Pikabın iğnesini değiştirmeye gerek kalmamıştı. Plaklar bozulmuyor, ses kalitesi çalmakla değişmiyordu. Ayrıca CD’ler çok daha az yer kaplıyordu. Bu teknolojiyi sevmiştim. Pikaplar, taş plaklar tavan arasına kaldırıldı.
Teknolojik gelişmeler giderek hızlanan bir tren gibiydi. Yetişmek gittikçe güçleşiyor, birine alışmadan yeni bir oyuncak çıkıyordu.
En önemli teknolojik devrim mikro çiplerle gerçekleşti. Pentagon’da bir oda büyüklüğündeki ilk bilgisayardan, bugün her işimizi gördüğümüz defter büyüklüğündeki bilgisayara çok kısa bir süre içinde geçildi. Önceleri bu yeni teknolojiye teslim olmayı reddettim. Çalıştığım yerlerde masanın üstünden sürekli beni seyreden bu aygıtı, çok yer kaplıyor diye geri gönderdim. Sonunda o üstün çıktı. Kaçmanın olanaksız olduğunu kabul etmek zorunda kaldım. Ama istedikleri kadar adına “elma” filan diyerek sevdirmeye çalışsınlar, aramız hâlâ şeker renk. Birbirimize dürüst davranıyoruz ama birbirimizi sevmiyoruz.
Bilgisayarla yeni bir cağ başladı. Her şey görüntü oldu. Gerçek nerede başlıyor, nerede bitiyor belirsizleşti. Her şey değişti,eskidi. Birçok teknoloji çöplüğe atıldı. Artık kimse mektup yazmıyor, telgraf göndermiyor. Herkes eposta ya da SMS yazıyor. Gazete okumak alışkanlığı ortadan kalkıyor. CD’ler bile daha az satılıyor. Müziği bilgisayardan indirip bindiriyorsunuz.
Aynı zamanlarda cep telefonları ortaya çıktı. Numara yazdırıp postahanelerde beklemekten ya da telefon kulübeleri önünde sıraya girmekten kurtulduk. Teknoloji geliştikçe her şey birbirine karışmaya başladı. Telefonlar bilgisayar gibi kullanılırken, bilgisayarlar da telefon gibi kullanılıyor.
Bizim evin deposu bir teknoloji müzesi halinde. Yaşantımızın önemli bir bölümünü görüntülediğimiz slide’lar, el kamerasıyla çekilmiş 8 mm’lik filmler, kullanılmayan bir pikap, kocaman plaklar, mumlu kâğıda yazılarak teksir edilmiş doktora tezleri.
Hiçbir şeyin nedenini anlayamadığım garip bir dünyada yaşıyorum. Neden-sonuç ilişkisi yitirilmiş bir dünya. Bilgisayarın camına yazdığım bir mesajın birkaç saniye içinde okyanus ötesine ulaşmasını anlamam olanaksız. Neden-sonuç ilişkisi ortadan kalkınca, yaşadığım dünyanın büyünün, mucizelerin egemen olduğu bir orta cağ dünyasından farkı kalmıyor.
Teknolojinin egemen olduğu bir dünya iyi mi, kötü mü onu da bilemiyorum. Teknoloji doğru amaçlara yönlendirilirse, özgürlükleri genişleteceğinin, bilgi edinmeyi kolaylaştıracağının, insanın potansiyelini kullanmasına daha fazla olanak verebileceğinin farkındayım. Öte yandan, Munir Nurettin’in taş plaklarının çalındığı dönemden bir şeylerin yitirildiğini de hissediyorum. Yaşam tarzlarının değiştiğini, insanlar arasındaki iletişimin azaldığını, yabancılaşmanın doğduğunu görüyorum.
Teknolojinin insana egemen olduğu bir dünyada yitirilen sadece eski teknolojiler değil. Asıl yitirilen “insanın” kendisi.
Daha insanca, daha özgür bir dünyada yasamak dileği ile yeni yılınız kutlu olsun.