Sinirden, naralar atasım var.
Hatta onunla da rahatlayamayacağımı düşünüp, çocuksu bir tepki ile vurup kırasım ya da hiç olgun olmayan bir tavırla, çekip gidesim, kaçasım geliyor.
Bu kadar mı düşük bir bilinç düzeyiyle yaşanır yaşam?
Bu denli kopuk olunur mu gerçeklikten?
Son bir haftanın gündemini bir hatırlayalım da, sağlıksız, dar açılı bakış açımız çıksın iyice meydana:
- Günlerce, Sayın Cumhurbaşkanımız ile Sayın Başbakanımız arasındaki çekişmeye tanık olduk. Kimse tutup da, "Bu işi daha kurallı, çatışmayı ortadan kaldırıcı bir yöntemle yok etmenin yolu yok mu?" diye düşünmedi. Haberleri okuyan spikerler, dudaklarındaki ince gülümsemeyle yaptılar konuya ilişkin duyurularını. N'oldu? Hiçbir şey ya da çok şey, ama olanın da olmayanın da
olumsuzluğu ortada.
- Efendim, şair ruhlu Sayın Başbakanımız, evlilik yıldönümünü unutmuş yine. Çok sevgili basın mensubu arkadaşlarımız "Yıllar süren evliliklerinin sırrını sorduğunda", "sevgi/saygı" cevabını alınca, iri puntolarlar haber yaptılar bunu yine. Ve yine kimse, "Sevgi, paylaşılan her anın farkına varmak ve fark ettiğini fark ettirmektir" demediği ve "Bu nasıl sevgi, ahhhh" sorusunu sormadığı için, biz de
aşklarının büyüklüğüne hayran olduk.
- Bu arada
depremin yıldönümü kutlamalarını unutmamak gerek. Pardon, neyi kutluyoruz? Yaşanan güzellikler kutlanır, acılar anılır. Zaten bir gün için hatırlamıştık, onu da kutladık galiba kendi aramızda.
- Sonra küçük kız çocuğu çıktı ortaya. Hani buzluğa kapatılan. "Kim haklı, kim yalancı" tartışmasına giriştik. Canlı yayına çıkartmak, halkı bilgilendirmek için savaşlar açtık. Hiç kimse, "Küçük bir çocuğun
ruh sağlığı, çekiştirmelerden nasıl etkilenir, oynatılan
zavallı rolü, kişiliğini ne kadar bozar"ı da, umursamadı ve araştırmadı. Sanki sokak çocukları yoktular ve birden bire, buzdolabına
tıkılınca hatırlandılar. Buzdolabından kurtardık ya, içimiz rahat. Birkaç hafta sonra, tek tük olan haberler de yok olup gider, kendi ilkel ve kısırdöngülü hayatımıza döneriz nasıl olsa.
Farkında mısınız, yapış yapış bir huzursuzluk, mutsuzluk var, bireysel anlamda üstümüzde. Ya debelenip duruyoruz kendi depresyonumuzda ya da sahte gülüşler ve keyiflerle çıkmaya çalışıyoruz, o kahrolası kuyudan. Toplumsal anlamda ise tam bir aymazlık ve aldırmazlık havası yaşıyoruz, ülkemizin çayırlarında.
Nereye kadar, ha? Nereye kadar?
Ruhsal bozukluklar yüzünden, intihar oranı tırmanıncaya kadar mı?
Ekonomik kaygılar yüzünden, herkes susup, başını öne eğip, sadece magazin haberleri verinceye dek mi?
Tüketilecek şeylerin çokluğu, ama ulaşılamazlığı nedeni ile, suç patlayıncaya mı?
Ne kadar daha söylesenize?
Çocuk olsam," Oynamıyorum, küstüm" deyip, oyuncaklarımı alıp giderdim. Çocuk değilim ve gitmem (ya da başka birinin gitmesi) de kimsenin umurunda olmaz. İşte bu yüzden hanımlar beyler,
oyun sahamız burası. Ya akıllıca oyun sahamızı temizleyip, toplu halde güzelce oynayacağız ya da mutsuzluğumuz gitgide artacak.
Seçim bizim.
Hangisi?