Nuray Mert

Nuray Mert

nuray.mert@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Bu başlığı atan, sıradan biri değil, Başbakan’ın, müstear isimle yazan, danışmanlarından biri. İşaret ettiği konu da, sıradan bir konu değil. BDP’li milletvekillerinin son derece ‘tatsız’ tavırlar sergilemesini hep birlikte kınayabiliriz, ama bu olayları vesile ederek, Kürt meselesinde, ‘topu taca atmak’ yol olmamalı.
Kürt siyasal hareketi ve onun ‘silahlı hareket’ ile ilişkisini masaya yatıracaksak yatıralım, ama kimse bunu, işine geldiğinde ‘görmezden gelip’, işine geldiğinde ‘şantaj malzemesi’ yapmaya kalkmasın. Çünkü bu son derece ‘tehlikeli’ bir yoldur.

Demokratik ve barışçı zemin
Normal koşullarda, hiçbir demokrasi, ‘silahlı siyasal mücadeleyi’, doğal ve meşru görmez, göremez. Ancak, Kürt meselesinde ‘normal koşulları’ çoktan tükettik. Çözümün zorluğu da burada! Kürt siyasal hareketinin bir ucu, toplumsal taban desteği olan ‘silahlı mücadele’ye dayanıyor. Bu gerçeği bugün öğrenmiyoruz. Sorunun, askeri çatışma ve/veya güvenlik tedbirleri ile çözülemeyeceğini de çok ağır bedeller ödeyerek öğrendik. Çare ve çözümün tek yolu ise, meselenin ‘demokratik ve barışçı zemine’ taşınması. Tüm toplumlarda, benzer örneklerde, bu tür durumlarda, ‘silahlı mücadele’nin muhatap alınması kaçınılmaz oluyor. Artık, ‘Öcalan ile görüşmeler’in bir ölçüde kamuoyu ile paylaşılması bu çerçevede söz konusu oldu. İktidar’ın ‘açılım’ sürecinde, bir ‘grup silahlı hareket’ mensubunun ‘barış inisiyatifi’ olarak Türkiye’ye dönüşünü sağlaması da bu çerçevede oldu. Ancak, fazla tepki çekmesi dolayısı ile iktidar, bu noktada, ‘geri adım’ atmayı tercih etti.
Bu tür girişimler, iyi düşünülmüş, arkasında sıkı durulabilecek süreçler olarak hayata geçirilmezse, siyasi savrulmalar kaçınılmaz olur. Kürt meselesinde, bugün söz konusu olan da budur. ‘Toplumsal meşruiyet ve yasallık’ arasındaki makas açılırsa, siyasal kriz olur demiştik. Kürt meselesinde, ‘silahlı hareket’in kazandığı meşruiyet, hiçbir demokratik sistemin kolay baş edebileceği bir olay değildir, ama olayı yasallık çerçevesine sığınarak geçiştirmek de mümkün değildir.
Tarihi tersine çevirmek mümkün olmayacağına göre, tutulacak yol, ‘silahlı hareket’ ile, kapalı kapılar ardında ‘masa başı pazarlık’ yolları aramak yerine, ‘siyasal müzakere’ zemininden hareket etmek olmalıdır. Daha önemlisi, bu gerçek kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Kapalı kapılar ardında görüşmeler yapıp, kamuoyu önünde ‘teröristler’ söylemine müracaat etmek, sadece ikiyüzlülük değil, toplumsal savruluşlara kapı açacak ‘tehlikeli’ bir yoldur. BDP ve DTK’nın, Nevruz sonrası aldığı ‘sivil itaatsizlik’ kararını bu çerçevede değerlendirmek zorundayız diye düşünüyorum.
Hal böyle iken, bölgedeki Nevruz kutlamalarının ‘mahiyeti’ni kamuoyundan gizlenme yolu tercih edildi. Oysa, bu kutlamalar, kabul edilmesi zor ve ‘uygunsuz gerçek’ (‘inconvenient truth’ diye tabir edilebilecek bir vakayı) bölge halkının (tabii ki tamamı değil ama, göz ardı edilemeyecek bir bölümünün) ‘silahlı mücadele’yi meşru bulup, desteklediğini gösteriyordu. Bu koşullar altında, ‘sivil itaatsizlik’ eylemlerini, ‘kışkırtma’ olarak geçiştirmek veya BDP’ye, ‘örgüt bağlantısı’ sopasını gösterip sıkıştırmak yerine, ‘demokratik müzakere zemini oluşturmak’ açısından, ciddiye almak gerekir diye düşünüyorum.

Polis eliyle korunan demokrasi
Son olarak, başlığını alıntıladığım, Yasin Doğan imzalı yazının (Yeni Şafak, 24 Mart 2011) giriş bölümündeki bir ifadenin, Kürt meselesine ilişkin tutumun ötesinde daha geniş çerçevede ciddi bir şekilde tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Doğan, “Özellikle vesayetçi ve darbeci anlayışla mücadelede polis teşkilatı önemli görevler yerine getirdi, demokrasinin ve milli iradenin korunması açısından tarihi bir misyon yüklendi” diyor. Polis eliyle ‘korunan’ bir ‘demokrasi ve milli iradenin’ nasıl bir şey olduğunu tartışmamız gerek! Kendine ‘demokrat’ diyen herkesi, bu tartışmaya davet etmek istiyorum.