Nuray Mert

Nuray Mert

nuray.mert@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Belki, tarihte hiçbir dönemde siyaset, hesapsız kitapsız, sadece insana yakışır ‘ilkeler’, ‘değerler’ doğrultusunda belirlenmedi. İlkelerle yola çıkanlar günü geldi, iktidar mücadelelerinin bir şekilde tarafı olmak durumuna düştüler veya olmak istemedikleri için küsüp, sustular. Ama, aynaya korkmadan bakan, içi rahat uyuyan ve gittiği yerde (herhalde) hesabını kolay verenler, hep bu ilkeler ve değerler peşinde koşanlar, ömrünü bu uğurda harcayanlar oldu. Buna inanmıyorsak, ‘insanlığı’, bir dini inanca mensupsak da, ‘inandığımız değerleri’, hiçe sayıyoruz demektir.

‘Tavır’ sorunu
‘Siyasi tavır’ belirlemek her zaman çok zordur. Ancak, ilke ve değerler gibi bir kaygımız varsa, bu zorluğun üstesinden gelmenin yolu, pragmatizme teslim olmak olmamalı. Pragmatizmi, ‘romantizm’, ‘idealizm’ kılıfına büründürmeye, kendimizi (ve/veya başkalarını) kandırmaya çalışmak hiç olmamalı. ‘İslamcı’ adıyla ortaya çıktıkları için, kendilerini, ‘dini değerler’in tezahürü olarak gören/gösterenler, yakın tarih boyunca sıkça bu yolu izlediler (İslamcılığın kendini, ‘din’in yegâne temsilcileri olarak takdim etmesi yanılgısını en çok da, İslamcılığı ‘din’ zanneden pozitivistler besledi, o da ayrı mesele).
Arap isyanları çerçevesinde, benzer bir çizgi gittikçe daha belirgin hale geliyor. Eskiden, ‘dinsiz komünistlere’ karşı, ‘ehven-i şer’ olarak gördükleri Batı emperyalizminin yanında hizalananlar, şimdi de, Arap diktatörleri karşısında, dolaylı biçimde de olsa, Arap ülkelerini talan etmeye girişenlerin yanında saf tutmaya başladı. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in önde gelen isimlerinden, gazeteci Fehmi Huveydi, bakın ne diyor, “Biliyoruz ki, hava bombardımanı kararı, Libya halkını savunmak için alınmadı... Bütün bunları anlıyoruz ve daha büyük bir zarardan kaçınmak ve yerel bir hedefi gerçekleştirmek amacıyla daha küçük bir zararı kabul etme ilkesinden hareketle geçici olarak bu süreci yaşıyoruz”. (Şuruk, 21 Mart 2011, Radikal gazetesinde yayımlanan tercümesinden) Herhalde, Mısır’da Müslüman Kardeşler, yine aynı mantıkla, Mübarek’e karşı ‘ortak’ tavır aldıkları muhalifleri yalnız bırakıp eski iktidar/ordu cephesinde mevzilendiler.

‘İslam Barış Gücü’
Ancak, bu devirde, bu hattı izlemek artık eskisi kadar kolay değil, ortada geçmiş tecrübelerin gölgesi var. Bu durumda, Batılılar müdahale edeceğine ‘İslam barış gücü’ oluşturulsun, onlar müdahale etsin’ fikri giderek daha fazla seslendirilir oldu. Aslında, Afganistan ve Irak müdahalelerinde zora düşen, Libya’da iyice çıkmaza giren Batı dünyasının aklına yatan çözüm de buna benzer bir şey. İngiltere Başbakanı Cameron’ın eski metin yazarı Ian Birrell, daha müdahale başlamadan, ‘keşke Mısır ve Tunus orduları müdahale edebilse, Arap Ligi de destekler’ görüşünü ortaya atmıştı (The Guardian, 24 Şubat 2011)
Daha sonra malum, Libya’ya müdahale konusunda Arap Ligi’nin çağrısı meşruiyet kaynağı olarak kullanıldı, müdahaleye Müslüman ülkelerin katılımını sağlamak için muazzam çaba gösterildi, Türkiye’ye bu çerçevede büyük baskı yapıldı. Libya’ya müdahaleye zoraki meşruiyet kazandırma çabalarının seyrini 31 Mart tarihli yazısında (Sabah) Erdal Şafak çok iyi özetliyor. Okumadıysanız, mutlaka dönüp okuyun.
‘İslam barış gücü’ önerisi sadece bu açıdan değil, birçok açıdan son derece sorunlu. ‘Müslümanların Batılı emperyalistlerden medet ummalarında içi yananların’ bulduğu çareye bakar mısınız; ‘Müslüman ülkelerde yaşayanların, diğer Müslüman ülkelerin müdahalesinden medet ummaları!’ Zamanında, ‘dindar işadamları işçiyi sömürmez, o nedenle sendikaya, greve gerek yok’ diyen anlayışın, emperyal müdahale konusunda tavrının bu olmasında şaşacak bir şey yok. Zihniyet şu; ‘Müslüman, diğer Müslümanın ülkesinde çıkar peşinde koşmaz, sevap için yardımına koşar, yani Müslümandan emperyalist olmaz’.
Ne tarih, ne güncel ekonomi-politika böyle söylemiyor ama bizde Osmanlı hayali, zenginlik ve güç hırsı almış başını gidiyor. Bunun ötesinde, Müslüman ülkelerde, İslamcılar artık daha ‘adil bir düzen’ değil, daha çok ‘zenginlik’ istiyor. Dünya pazarından daha fazla pay istemelerinde anlaşılmayacak bir şey yok. Ancak bunu ‘Müslüman kardeşliği’ne dayalı müdahale diye yutturmaya çalışmadıkları sürece. Ayrıca, dünya pastasından daha fazla pay almak için, ‘Batılı emperyalistler’ dedikleri ile daha sıkı bir işbirliğine girmek durumundalar. Bu çerçevede, ‘İslam barış gücü’ kurulmuş olsaydı, mesela Bahreyn’de ne yapmayı düşünürdü bilemiyorum.

Paylaşım savaşı yaşanıyor
Son olarak, hadi Müslüman ülkeler ‘halis niyetler’ ile, ‘kardeş ülkeleri’, ‘Batı emperyalizmine’ muhtaç olmaktan kurtardılar, dünyanın öbür taraflarında bu zalim talana kim dur diyecek? Bakın, Fildişi Sahilleri’nde uzun bir zamandır iç savaş var, bugünlerde Fransa’nın desteklediği taraf, mevcut devlet başkanını (daha doğrusu devlet başkanlığı koltuğunu bırakmayan eski devlet başkanı) kıstırmış durumda. Afrika’da neler olduğu ile pek ilgili değiliz. Libya’da olanların Afrika’da yaşanan kapışma ile muhtemel bağlantı ve sonuçları da gündemimizde değil, ama dünya tam bir paylaşım savaşı içinde.
Meseleniz, tüm masum halkların mevcut sultalardan kurtulması ve onun ötesinde daha hakkaniyetli ve adil bir dünya özlemi ise, ilkeler ve değerler siyasetinin dilinden konuşmanız gerekir. Pastadan ‘pay’ almayı idealizm kılıfına sokmaya çalışmanın âlemi yok. Ayrıca, ne Müslümanlara ne de tüm insanlığa hayrı da yok.
Not: Bir süre önce, Trablusgarb mebusu Mahmud Naci’nin 1915’te (Trablusgarb Fırka-i Askerisi’nden Mehmed Nuri ile birlikte) yayımladığı ‘Trablusgarb’ isimli kitabı okumuştum. Özellikle, ‘Hükümet ve Ahali’ bölümünde, ‘Osmanlı bırakınca kurda kuşa yem oldular’ denilen halkların nasıl bir sefalet içinde olduğu gayet net görülüyor. Mahmud Naci Bey, arkadaşım Murat Balkış’ın dedesi, kitaba o sayede ulaştım, bu vesile ile kendisine teşekkür etmek istiyorum.