Ben diyorum ki, öncelikle, ‘Kürt meselesi konusunda’, Türkiye kamuoyunu yanıltmayı bırakalım. Kamuoyunu yönlendirmeye çalışmanın ne iktidara, ne muhalefet partilerine, ne Türklere, ne Kürtlere, hiç kimseye faydası olmayacak. Bu ülkede yaşayan herkesin, öncelikle, nelerin olup bittiğini bilme hakkı olmalı.
Son olarak, DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un, kongre adına yaptığı konuşma, büyük bir infialle karşılandı. Bu konuşmanın içeriğini tartışmanın ötesinde, önce bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Tuğluk’un ‘sert’ konuşmasını hepiniz duydunuz, izlediniz ama, Güneydoğu’dan, şiddet eylemleri ve sert açıklamalar dışında hiçbir şeyi görmüyor, izlemiyorsunuz. Mart ayında, Nevruz bölgede büyük bir kalabalık ve coşkuyla kutlandı, milyonlar sokaklara döküldü. Haberimiz oldu mu? Son olarak, Tunceli’de operasyonda hayatını kaybedenlerin dördünün cenazesinde Diyarbakır’da yer yerinden oynadı. Haberimiz oldu mu? O sahneleri görseydik, meselenin nasıl bir boyuta ulaştığı, ne aşamaya geldiği, toplumsal tabanı hakkında daha fazla fikir sahibi olabilirdik.
Hep aynı ezber
Olan biten hakkında yeterince bilgi sahibi olamadığımız bir ortamda, olanlar üzerine yapılan yorumların çoğu da ne yazık ki, hep aynı ezberden konuşuyor. Bu ezberin ana başlıkları şunlar; 1-Seçim öncesi BDP şiddetten medet umuyor ve bu nedenle şiddeti tırmandırıyor, 2- BDP zaten Kürtlerin temsilcisi değil, küçük bir azınlığın temsilcisi ama kalabalıkları rehin almış durumda, 3- BDP ve PKK kendi derdinde, amaçları Kürt meselesini çözmek değil kendi konumlarını korumak, 4- Bu uğurda Kürt şahinleri ile Türk şahinleri yani Ergenekon çetesinin çıkarları örtüşüyor ve belli ki, zaman zaman beraber hareket ediyorlar, 5-Kürtlerin asıl meselesi PKK sorunudur, bundan kurtulmadıkça başları beladan kurtulmayacak (ve bunu hak etmiş olacaklar).
Buna karşın şu hususlar göz ardı ediliyor; 1- BDP’nin demokratik siyaset içinde muhalefet etmesi önemseniyorsa neden yüzde 10 seçim barajı zamanında kaldırılmadı? Bu siyasi çevre kendi temsilini demokratik çerçevede yansıtma konusunda bunca zorlanıyor? Dahası, bağımsız adaylarla girdikleri seçim sürecinde, BDP ve genel olarak, Kürt siyasal hareketi baskı ve tutuklamalar ile çalışamaz hale getiriliyor. 2- Madem BDP zaten küçük bir kesimin temsilcisi yine neden baraj başta olmak üzere bu kadar baskılanma ihtiyacı hissediliyor? KCK tutuklamaları, ‘bölgeyi örgütün rehininden kurtarma’ mantığı ile hayata geçirilen büyük bir demokrasi ayıbı olmadı mı? 3- Madem şiddeti tırmandırmak BDP’nin işine geliyor, demokrasiye bunca zarar veriyor, neden eylemsizlik kararına rağmen operasyonlar sürüyor ve bölge halkını öfkeye sürükleyen cenazeler geliyor? 4- Türkiye’nin tüm meselelerini Ergenekon ile bağlayarak açıklamanın ucunun Kürt meselesine kadar varması kadar anlamsız bir şey olabilir mi? Özellikle de, Ergenekon denilen ‘derin devlet yapılanması’ndan en çok çeken kesim Kürt siyasal hareketi iken! Bu konuda Ruşen Çakır’ın ‘PKK- Ergenekon İlişkisi’ başlıklı yazısı (Vatan, 7 Mayıs) üzerine söylenecek söz yok, okumadıysanız mutlaka dönüp okuyun. 5- PKK meselesini, ‘terör örgütü’ diye geçiştirmek yerine, Kürt meselesinin bugüne gelmesinde nasıl kilit bir önem taşıdığı ve toplumsal tabanını dikkate alarak tartışmadığımız sürece, Kürt meselesini güvenlikçi-militarist çözümlerin sınırı içine hapsetmekten hiç kurtulamayacağız demektir. Bir yandan, BDP’yi PKK ile bağlantısı üzerinden ‘ihbar’ etmek, diğer yandan PKK’yı Türkiye kamuoyuna şikâyet etmek ile varılacak yol sadece çatışmanın derinleşmesi olabilir. Mesele, ‘terör’ meselesi değil, Güneydoğu’da yaşayan insanların duygu ve düşünce dünyasını anlama meselesidir. Bu konuda da, Ece Temelkuran’ın dünkü yazısını (Habertürk) okumanızı salık veririm.
Hemen kızıp, hiddetlenmeden, durup düşünelim, ‘inkârın isyanı büyüttüğü’ gerçeğini görürüz. Bunu görmek/göstermenin ‘tehdit’ değil ‘teklif’ olabileceğini anlarız. ‘Cehennem tehdidi’ diye öfkelenip, kefen kuşananların ardından gitmek yerine, ‘cennet teklifi’ni önemseyelim, hayata geçirmeye çalışalım. Kürt meselesi, sadece Kürtlerin veya bazı Kürtlerin değil, tüm Türkiye’nin meselesidir. Öfkelenmek, suçu karşı tarafa yıkmak suretiyle sorumluluktan sıyrılmak yerine, meseleye sahip çıkalım.
Onca fedakârlık...
Ama sahip çıkmak derken, kendimizi bu ülkenin asıl sahipleri, diğerlerini fitne ve fesat ürünü olarak görmeyi kastetmiyorum. Yine, ‘sahip çıkalım’ derken, ‘kusurları görmezden gelen, affedici elini uzatan otoriter baba’ tavrıyla değil, bu ülkenin sorununu çözmek için karşımızdakini onurlu ve eşit bir muhatap olarak almak şeklinde sahip çıkalım diyorum.
‘Meselenin adını ben koyarım, kimin neyi temsil ettiğine ben karar veririm, yoksa tepelerim!’ tavrı ile bu işin içinden çıkamayız. Ne yazık ki, bu açıdan dünden bugüne pek az şey değişti. Varılan yerde, ‘Kürt yoktur deniliyordu, şimdi vardır diyoruz, daha ne istiyorsunuz, belanızı mı?’ diye özetlenebilecek tutum, umut vaat etmiyor. Son olarak, bugün bu meseleyi daha açık konuşabiliyorsak bu kimsenin lütfu değil, sol siyasetin ve Kürt siyasal hareketinin ve onca fedakârlığın sonucudur. Çözüm adına bu hareketi tasfiye etmeyi talep etmek, bu tasfiyeyi Kürtlerin kendisinin yapmasını beklemek anlamsızdır ve büyük bir haksızlıktır.