Pek bana göre değil, ama pazar günleri daha hafif ve eğlenceli konularda yazma âdetini anlıyorum. Birçok arkadaşımız, haklı olarak, ‘insanları tek dinlenme gününde de bunaltmayalım’ diye düşünüyorlar. Ben bugün, bunun tam tersini yapıp, sizi bunaltmak niyetindeyim. Bazı konularda, düşünmek için, biraz kaygı duymamız, ‘bunalmamız gerekiyor’ diye düşünüyorum.
Köşe yazarlarına, ‘siyasal suçlar’dan hapis yatanlardan çok mektup gelir. Bu mektuplar hep çok hüzün vericidir, dahası bende hep derin bir ‘suçluluk duygusu’ uyandırır. Aslında, başkalarının uğradığı haksızlık ve zulümlerin tümü, bende sadece üzüntü değil, öfke, utanç ve suçluluk duygusu uyandırır, beni ciddi bir şekilde sarsar. ‘Suçluluk duygusu’ deyip geçmeyin, haksızlıklara karşı durmak, bu yönde azimli olmak için çok sağlam bir temeldir.
Refah Partisi’nin (aslında beklendiği üzere) kapatıldığını araba kullanırken radyodan duyduğumda, sağa çekip bir süre kendime gelmeyi beklemiştim. Fazilet Partisi’nin kapatılma kararı kesinleştiğinde, Beyaz Türk dünyasının bir tatil kasabasında olmaktan derin bir ‘utanç ve suçluluk’ duydum. Birileri kendini memleketin asıl sahibi sayacak, sahillerde keyif çatacak, diğerleri başörtüsü ile Meclis’e girdi diye, partileri kapatılacak! Bu, benim aklımın alacağı, vicdanımın kabul edeceği şey değildi! Hiç olmadı.
Birileri ‘siyasi görüşleri’ için yıllarca mahkûm yatarken de, özgürlük ve konfor bana hep ağır gelir. Doğu Konferansı gezilerini birlikte yaptığımız bir dostumuzun, o dönemden bahsetmemeye özen göstermesine karşın, 17 yılının ‘içerde’ geçtiğini, unutmayı seyahatler boyunca hiç başaramadım. Şimdi, çok sevdiğim biri, ilk tanıştığımızda, hapisteyken bana mektup gönderenlerden birinin de kendisi olduğunu söylemişti. O günden beri, bu mektuplar benim için daha da anlamlı hale geldi.
Pazar günü rahatlığınızı, içerde çile çekenleri hatırlatarak bozmak, ‘canınızı sıkmak’ istiyorum. Çünkü, rahatımız bozulmadığı, canımız sıkılmadığı sürece başkalarının sıkıntılarına yeterince duyarlı olamıyoruz.
‘İçerden’ mektup yazanlar, bizi uğradıkları haksızlıklardan, çektikleri çilelerden haberdar etmek için sürekli çaba gösteriyorlar. Mahkûm olmanın, ömürlerin dört duvar arasına sıkıştırılmak ötesinde, fazladan yaşatılan zulümlerin, aklımıza hiç gelmeyen çeşitlerini anlatıyorlar. Ceza üstüne cezanın, tecrit, sürgün, görüşme yasağı gibi türlü baskı çeşitlerine dikkatimizi çekiyorlar. Tabii en başta, ‘siyasi suç’ isnat etmenin ne kadar ‘kolay’, hakkaniyetsiz olabileceğini, insan hayatının yıllarının rehin alınmasının ne kadar ‘pamuk ipliğine’ bağlı olduğunu hatırlatıyorlar.
Son gelen mektuplarda, son olarak Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmasına karşı ‘basın özgürlüğü’ adına yükselen sesin, ‘haklı’ olmasına karşın, ‘hakkaniyetsiz’ olduğuna işaret edip, sitem ediyorlar. Tartışılır konuların, tartışılmaz suç isnadı, hatta mahkûmiyet konusu olması, tutuklu yargılama, tutukluluk süresi ve koşulları gibi konularda, birçoklarının ancak Ergenekon davası söz konusu olduğunda seslerini yükselttiği ve bu süreç içinde de, itirazlarını yine sadece bu dava çerçevesiyle sınırladıkları sitemi nereden baksanız haklı bir sitem. Doğrusu, son olarak ‘basın özgürlüğü’ için sesini yükseltenlerin, hepsini bu kategoriye sokmak haksızlık olur. Ama, genel atmosferin, içerdekilerin sitemini doğrular çerçevede belirlendiği de bir gerçek.
Pazar rahatlığımızı biraz bozup, ayrım yapmadan herkesin uğradığı veya uğrayabileceği haksızlıklara, çektikleri çilelere biraz kafa yoralım, canımız sıkılsın, canımız sıkılsın ki haksızlıklara karşı durmak bizim için daha sahici, daha vazgeçilmez olsun.
Bana mektupla ulaşanların ve ulaşmayanların tümünün sesini duyurma çabamın bir karşılığı olabilirse o da, haksızlıklara, zulme uğrayan herkese Nevruz hediyem olsun.