Başbakan Erdoğan, Moskova Devlet Diplomasi Enstitüsü tarafından verilen fahri diploma töreninden sonra yaptığı konuşmada son derece ilginç şeyler söylemiş. Bir soruya cevap verirken, ‘eksen kayması yok, eksen buluşması diyebiliriz’ demiş. Başbakan’ın kastettiği, tabii ki, kendi ifadesi ile ‘kalkınma, bölgenin gelişmesi’ açısından işbirliği veya ‘buluşma’.
Yine de, bir tür ‘tevafuk’ olmuş. Türkiye’nin siyaset ufkunun, ‘otoriter siyaset çerçevesinde kalkınma, gelişme, zenginleşme, güçlenme’ modeli olan Rusya’nın ekseni ile buluşması pek hayra alamet değil diye düşünüyorum. Zira, Türkiye’de de gidişat bu yönde. Mevcut iktidar, Türkiye’nin selametini salt kalkınma, zenginleşme, büyüme çerçevesinde görüyor, tam da bu nedenle, tüm siyasi eleştiri ve muhalefeti bu yolda bertaraf edilmesi gereken, engel, diken hatta ‘düşman’ olarak görüyor, tasfiye etmeye çalışıyor. Otoriter siyaset tam da budur!
Cehenneme giden yol...
Başbakan, ‘ülkeyi zenginleştirmek, güçlendirmek için çalışıyoruz, birileri ayağımıza dolanıyor’ anlayışı içinde. Unutmayalım, cehenneme giden yolu iyi niyet taşları döşer! Tarihte kimse, spor olsun diye otoriterliğe meyletmez. Herkes, her iktidar, kendi iyi niyetine ve kerametine inanır. Gözü bundan başka bir şey görmez olunca, karşısındaki her şeyi, fitne, fesat olarak algılar. Özgürlüklerin, hakların, hukukun sınırlanması, ‘ülkenin selameti’ yolunda ‘tuzak’ gibi görülür.
En kötüsü, mevcut iktidarın bakış açısı ve siyaseti hızla bu yönde seyrederken, aydın, demokrat diye ortalarda dolaşanların çoğunun, bu gidişten kaygı duymak, iktidarı uyarmak yerine ona demokratik meşruiyet kazandırmak için kolları sıvamış olması. Baksanıza, dün ‘neo-con’ların kankası olanlar bugün muhalefet eden herkesi, Türkiye’yi ‘yabancılara şikâyet’ ile, ‘Türkiye’nin dış düşmanları ile işbirliği’ yapmakla suçlayabiliyor. Dün demokratik seçim sonuçlarını tanımayan adam, bugün demokratik muhalefeti İsrail dış politikasının uzantısı olarak yaftalayabiliyor. Unutmayalım, otoriter siyaset atmosferlerinin en vahim yanlarından biri de, mutlak itaat zaafı doğrultusunda, meydanı ilkesizliğe, karakter düşüklüğüne, çıkarcılığa bırakmasıdır. Böyleleri, her toplumda, her dönemde vardır, ama ancak otoriter dönemlerde öne çıkma, ortalığı kaplama imkânı bulurlar.
‘Yeter ki affedilmesinler’
Bu tabloya, bir de şimdi iktidar olan, muhafazakâr çevrenin, ‘demokratik dinamik potansiyeli’ yanı sıra, içinden geldiği siyasi kültürün sorunlarını da halen kısmen taşıdığı gerçeğini eklersek, neden bu ülkede otoriter savrulma kaygısı taşıdığımız daha iyi anlaşılabilir. ‘Muhafazakâr çevre’ derken, sadece mevcut iktidarın lider kadrosunun içinden geldiği İslamcılığı değil, daha geniş sağ-muhafazakâr siyaset geleneğini kastediyorum. Ali Bulaç, 14 Mart tarihli yazısında (Zaman), başka bir vesile ile, bu çevrenin içinden geldiği ‘Komünizmle Mücadele’ dönemine gönderme yapmış. “komünizm ve sosyalizme öylesine hınçla yetişmişlerdi ki, 1974 affına karşı çıkarlarken, ‘Biz 163’ten yıllarca zindanlarda yatmaya razıyız, yeter ki komünistler, anarşistler affedilmesin’ demiş, af çıktığında bu yüzden CHP-MSP koalisyonunu bozma cihetine gitmişlerdi” diye hatırlatıyor.
Yeni bir sayfa açılamıyor
Bırakın, kendi özgürlüğü kadar başkasının özgürlüğünü talep etmek veya saygı duymayı, başkası özgür olmasın diye kendi ‘zindanlarda yatmaya razı’ bir zihniyet dünyası ile, hakkıyla sorgulanmadan bugüne geldik. Nâzım Hikmet şiiri okumakla, ölülerle barışmakla geçmişle hesaplaşılmış olmuyor. Tabii ki, o günlerden bugüne çok şey değişti, bu çevre de olumlu manada değişim yaşadı. Diğer taraftan, tabii ki, benzer bir hesaplaşma, sadece sağ siyaset geleneği için değil, sol siyaset geleneği için de elzem. Ancak geçmişle, bir zihniyet dünyası ile hakkıyla hesaplaşma, sorgulama yaşanmadığı sürece, tam anlamıyla yeni bir sayfa açılamıyor. Bir bakıyorsunuz, çerçeve değişmiş, eski anlayışlar, eski dil hortlamış. ‘Komünist’in yerini başka bir şey almış ama ‘hınç’ın yerini başka bir şey almamış. ‘Anarşist’ lafı bitmiş, yerini ‘terörist’ almış.