“Saint Joan”a dair iki anım var. İlki çekimlerde kazığa bağlıyken yanmak. İkincisi eleştirmenler tarafından ateşe verilmek. İkincisi canımı daha çok yaktı. Korkmuş bir tavşan gibiydim ve bu, filmde gözüküyordu. Güzel bir deneyim değildi. Çoğu oyuncunun bittiği yerde başladım.”
18 bin genç kadın arasından Otto Preminger’in “Saint Joan”unun başrolünde Jeanne d’Arc’ı canlandırması için seçtiği ABD’li (o dönem amatör) oyuncu Jean Seberg’in yukarıda anlattığı ilk anıları trajedilerle örülü bir hayatın sinyalleriydi. 18 yaşına birkaç ay kalmışken role seçilen ve ‘çoğu oyuncunun bittiği yerde başlayan’ Seberg, sürekli yokuş aşağı gitmedi elbette: Bir dönem Fransız Yeni Dalgası’nın ilham aldığı oyunculardan birine dönüştü, övgüler alan Hollywood oyuncusuna da evrildi. Ancak perdede görünen imajının da işaret ettiği bu kırılgan ve melankolik kadın, FBI’ından dönemin Preminger gibi sert yönetmenlerine şiddet yüklü evliliklerden evlat kaybına birçok acı yaşadı ve hayatı madde bağımlılığına bağlı nedenlerden (biraz şüpheli bir şekilde) sonlandığında henüz 40 yaşındaydı.
Kariyer iniş çıkışları, çok gençken kendisini ona zalim davranan spot ışıklarının altında bulması, madde bağımlılığı ve kötü evlilikler, ona özel değil; şöhret makinasının ve kötü evlilik seçimlerinin sonucu olarak değerlendirilebilir. Ancak FBI tarafından yıpratılmak; sürekli takip edilmekten hakkında yalan haberler çıkarılmasına uzanan duygusal şiddet oldukça
Seberg’e özgü bir işkence biçimiydi, orası kesin. Nitekim bu yalan haberler ve baskılar o dönemde bebeğini kaybettiği bir erken doğumu tetikledi ve bu olaydan sonra yavaş bir ölümü seçti. FBI neden bu kadını hedef aldı sorusunun yanıtı ise siyah hakları aktivistleri Kara Panterler’i finansal olarak desteklemesi nedeniyle...
Şu anda gösterimdeki “Seberg”, oyuncunun hayatının tam da Kara Panterler’i destekleyip FBI tarafından hedef seçildiği dönemine odaklanıyor. 2016 tarihli “Una / Karatavuk”tan hatırlanabilecek yönetmen Benedict Andrews’un imzasını taşıyan filmin senaryosu Joe Shrapnel, Anna Waterhouse’a ait. Seberg rolünde ise Kristen Stewart’ı izliyoruz. Film, Seberg’in bu dönemde yaşadığı ve hayatına mal olan şiddeti istemeyerek de olsa özensizliğiyle şakaya dönüştüren, ciddi bir konuyu hayali karakterle hafifleten bir yapım.
Seberg’in filmde uçakta gördüğü Jamal’la yaşadığı ilişki, FBI’ın da o dönemki operasyonlarına malzeme oldu ve basına sızdırıldı. Filmin bu kısmı doğru. Ancak Seberg’in ruh sağlığına onarılmaz biçimde hasar veren bu süreç, “Seberg”de Stewart’ın seyir süresinin büyük bölümünü gözyaşları içinde geçirmesi gibi basit yollarla anlatılıyor. Jamal’ın eşinin Yeşilçam filmlerini aratmayacak bir şekilde “Kocamı rahat bırak” konuşmaları yaptığı da şüpheli. Ancak “Seberg” filminin en büyük hatası, sürekli ağlayan bir Stewart ve mağdur eşten öte, Jack O’Connell’ın canlandırdığı ‘hayali’ vicdanlı FBI ajanı karakteri Jack. “Das Leben der Anderen / Başkalarının Hayatı”ndan fırlayıp gelmişe benzeyen bu karakter, Seberg’e yapılan devlet baskısını etik bulmuyor, çıktığı vicdan yolculuğunda onunla konuşup uyarmaya kadar ilerliyor. Eklenen bu hayali karakterin, kendi başına akıl almaz bir hikâyeden rol çalmasına anlam vermek güç. Yan karakterlerle süslenmeye hiç ihtiyacı olmayan hikâyenin tercih edilmemesi filmin en büyük kusurlarının başında geliyor.
Sonuç itibarıyla film, genç bir oyuncunun devlet tarafından yürütülen bir operasyondan gördüğü zararı ve zamanla bunun kurbanı olmasını, yani Jean Seberg’in hâlâ iyi hatırlanan trajedisini hakkıyla işleyemiyor.
* Yazının tamamı Milliyet Sanat’ta