Fransa’nın kendisini kamera arkasında da kanıtlayan yıldız oyuncularından Julie Delpy, Türkiye’de cuma günü gösterime giren “Lolo”yla altıncı kez yönetmen koltuğunda. Delpy komedi çeken yönetmenlerin soytarı olarak etiketlendiğini söylüyor
Altıncı filmi “Lolo”da Delpy, sadece senarist ve yönetmen değil. 40’lı yaşlarında aşkı kendisine hiç benzemeyen Jean-Rene’de (Dany Boon) bulan Violette’i canlandırıyor. Film, bu ilişkinin Violette’in oğlu Lolo (Vincent Lacoste) tarafından baltalanma çabalarıyla devam ediyor. Delpy ile filmin gösterildiği Venedik Film Festivali’nde bir araya geldik.
-“Lolo” iki kadın karakter arasındaki arkadaşlıkla başlıyor. Muhabbetleri ise kendilerine özgü ve eğlenceli.
Merkeze aldığım iki kadın karakter, benim canlandırdığım Violette ve Karin Viard’ın canlandırdığı Ariane, hayatlarında ve kariyerlerinde bir yerlere gelmişler. Biraz alaycı, öfkeli, mizah yüklü, müstehcen bir muhabbetleri var ve iyi zaman geçiriyorlar. Diğerlerinin ne düşündüğü umursamıyorlar. Eninde sonunda ikisi de âşık oluyor. “Lolo”da tanıdıklarıma benzeyen kadınları da göstermek istedim.
“Bağımsız ve özgür olmak benim için çok önemliydi”
-Fransız kültürü özgürlüklere verilen önemle de bilinir. Ancak şimdi çok ciddi sorunlar var karşınızda. Sizce bu durum, bu kavramlara, dildeki mizaha bakışı değiştiriyor mu?
Hayır, krizlerin kültürleri değiştirdiğini düşünmüyorum. Bu yaz Yunanistan’daydım. Orada insanlar kan kussa da hâlâ restoranlarda yemeyi sürdürüyorlar. Çünkü bu, Yunan kültürünün bir parçası. Fransa’da aşırı sağ yükseliyor. Size bir şey diyeyim mi, kimse bu sağın liderleri Le Pen’lerden daha edepsiz olamaz. Hem baba hem kız Le Pen, hızlı seks hayatlarıyla biliniyordu, bütün Fransızlar bu bilgiye sahip. Başka bir örnek: François Hollande aşk kaçamağında yakalandı. Bunu bir ABD başkanı yapsa kariyeri biterdi ama Fransa cumhurbaşkanının bir kaçamağı yakalanırsa, kariyeri yeni başlıyor demektir. Fransa kültürünün bir parçası bunlar.
-Filmin temel eksenlerinden biri de anne ve oğul arasındaki ilişki. Bunu seçmenizin nedeni neydi?
Bu ilişkinin dinamikleri ilgimi çekti. Birçok kadın var, erken yaşta çocukları oluyor ve 40’lı yaşlarında hayatlarına yeniden başlamak istiyorlar. Bir de şu var, çocuklar artık evden ayrılmıyor. 26-27 yaşına gelmiş çocuklar hâlâ aileleriyle yaşıyor. Kendimi düşünüyorum, 16 yaşında ailemden ayrılmıştım. 14 yaşından beri çalıştığım için belki farklıyım yine de. Bağımsız ve özgür olmak benim için çok önemliydi. Oysa çoğu çocuk şimdi böyle değil.
“Hayattaki en zor şey oğlumun evden gitmesine izin vermek”
-Sizin de küçük bir oğlunuz var. Filmdeki anne-oğul ilişkisini anlatmanızda bunun da etkisi var mı?
Belki. Bu konudan bahseden bir film yaptım çünkü benim de hayatta yapacağım en zor şey, oğlumun evden gitmesine izin vermek olacak. Bana kalsa 60 yaşına kadar evde tutarım. Ama bu yanlış. Oğlum daha iki günlüktü ve ben sürekli pimpirikleniyordum. Fransız bir doktor, halimi görünce dedi ki “Biraz kendi haline bırakmanız gerekiyor, sonra da yavaş yavaş çocuğunuzu rahat bırakmanız... Bir ebeveynin çocuğuna vereceği en büyük hediye, onları kendi kanatlarıyla uçmaya teşvik etmek.” Ben de “Güzel ama daha iki günlük” dedim. Doktor da dedi ki “Yine de bunu aklınızın bir köşesinde tutmanızda fayda var”. O kadar korktum ki! Sonra düşündüm, ailem beni 16 yaşında bıraktı. 19 yaşında ABD’ye yerleştim. Onlar için de çok zor oldu.
-“Lolo”da bunlardan mı yola çıktınız?
Tam olarak değil. Film otobiyografik değil. Farklı şeylerin karışımı diyebilirim. Filmdeki Lolo gibi bir oğul görmedim. Ama onun sergilediği sosyopat davranışları sergileyen insanlar gördüm.
-Çalıştığınız Krzysztof Kieslowski, Richard Linklater gibi önemli yönetmenlerden kamera arkası konusunda neler öğrendiniz?
Çok öğrenmek için not almak veya aklınıza kazımak gerekir, ben öyle biri değilim. Kieslowski bana yönetmen olmam konusunda çok destek oluyordu, dolayısıyla bana birçok öğüt verdi. En önemlisi şuydu: “Hep kendine benzeyen işler yap. Başkasını taklit etmeye çalışma.” Linklater ile ilişkim ise daha ziyade işbirliğine dayalıydı. Onunla çalışırken yazabildiğimi keşfettim. “Before Sunrise”da adım senaryoda geçmese de diyaloglarımın büyük bölümünü ben yazmıştım. İnsanların o filmin senaryosunu beğenmesi, kendime güven verdi. Özellikle de kadınlar için bu güveni kazanmak önemli. Benim büyüdüğüm dönemde fazla kadın yönetmen, senarist yoktu. Ailem çok açık görüşlü olmasına rağmen kadınların erkekler kadar iyi yazabildiği görüşü yaygın değildi.
-Komedi çeken bir kadın yönetmen olarak hak ettiğiniz saygıyı gördüğünüzü düşünüyor musunuz?
Komedi çeken bir kadın olmak her zaman hassas bir konudur. Çünkü bu, soytarısınız demektir. Unutmayın ki soytarılar sanatçı değildir. Soytarılar ciddiye de alınmazlar, eğer para kazanırlarsa iş değişir. Benim için de biraz böyle oldu.
“Oyunculuk için içgüdüler yeterli”
-Yönetmenlik yapmak oyunculuğunuzu değiştirdi mi, neler öğrendiniz?
Yönetmenlik benim oyunculuktan daha az korkmama yaradı. Eskiden kameranın karşısına geçtiğimde çok tedirgin olurdum. Yönetmenliğe başladıktan sonra ise daha az düşünerek ve daha az tedirgin oynamayı öğrendim. Bir oyuncu olarak bence ne kadar az düşünürseniz o kadar iyi oluyor. Bir gün Kieslowski ile setteydim. Sürekli karakterin psikolojisini soruyordum. Kieslowski sonunda bunalıp “Karakter sana neyi hatırlatıyor?” dedi. Ben de cevap verdim: Çocukken evimizdeki manyak kediyi hatırlatıyor, herkese saldırırdı. “İyi, bu yeterli!” Evet, haklıydı. Karakterin derinine inip kendinizle ilgili bir şeyler bulabilirsiniz belki ama bence oyunculukta içgüdülerle hareket etmek yeterlidir.