Dün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutladık. Bir defa daha milletimizin fedakârlıklarını, Milli Mücadele’nin her alandaki kahramanlarını saygıyla andık. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun üstünden tam 100 yıl geçmiş. Günlük tartışmalar bir yana, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesini koruyarak ve daha da güçlenerek yoluna devam edeceğine dair umutlarımızı koruyoruz.
TBMM’nin önemi, dönemin koşullarını anlamadan, onun Milli Mücadele’deki rolünü kavramadan anlaşılamaz. Elbette tarihçiler, siyaset bilimciler, hukukçular TBMM’nin açılışının anlamını, sonraki süreçte oynadığı rolü farklı yönleriyle ele alacaklardır. Sanırım kuruluş döneminin en önemli rolü, bu günkü tanımıyla, “çökmüş bir devletin” enkazından, iddiaları ve idealleri olan bir devletin kuruluşuna “koza” olmak ve bunu “savaşan meclis” olarak tarihe tescil ettirmektir. Bu nokta Gazi TBMM, Milli Mücadele’nin “vicdanı” ve “meşruiyetinin” kaynağıdır.
Bu iddialı bir söz olarak görülebilir. Ancak yüz yıl sonra yola çıkanlara ve yaşanmakta olanlara bakınca bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlıyoruz. Milli Mücadele’nin başarılmasında en önemli faktör “meşruiyettir”. TBMM düşmana karşı direnişin, birlikte yürüyüşün çimentosu ve aklıdır. Bu nedenle, TBMM, mümtaz bir lider öncülüğünde Milli Mücadele’ye girişenlerin “meşruiyet” kaynağı, halkın “vicdanı” olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, başkent İstanbul’un siyasi otoritesinin sınırları Üsküdar’da bitiyordu. Toprakları savaşın galipleri tarafından peyderpey işgal edilmişti. Başta Ordu olmak üzere, devletin Anadolu’daki damarları İşgalci Güçler tarafından bilinçli bir biçimde kopartılıyordu. Dahası, İmparatorluğun siyasi, sosyal, etnik, dini, mezhepsel bağları çözülmeye başlamış, fay hatları kırılmıştı. Sosyal eşkıyalık, yerel kurtuluş arayışları, asker kaçakları, salgın hastalıklar, ekonomik yıkım kol geziyordu. Bu koşulların hâkim olduğu Anadolu, 1918-1923 arasında, bir düzineye yakın, farklı karakterde savaşa/çatışmaya tanıklık etti.
Bu yelpaze, eşkıya ile uğraşmaktan ayaklanmaya, ayaklanmayı bastırmaktan iç savaşa ve düşman işgalini muharebe sahasında sonlandırmaya uzanıyordu. İzmit’te Kuvay-ı İnzibatiye gibi ayaklanmayı bastırma iddiasından Marmara’da Anzavur’un, Karadeniz’de Rumların asimetrik karakterdeki simetrik iç isyanlarına, Gaziantep’te, Kahramanmaraş’ta, Çukurova’da, Ege’de düşmana karşı gerilla (harb-i sağir) harbinden Bayburt’ta, Konya’da, Yozgat’ta asimetrinin simetrisine uzanan bir dizi hibrit savaştan söz ediyoruz. Listede İngiliz desteğinde Yunan istilasına karşı yürütülen konvansiyonel savaştan işgalcilerin İstanbul’dan çıkartılmasına kadar bir dizi mücadele vardı.
Her biri farklı karakterde olan mücadelenin meşruiyet kaynağı TBMM’ydi. Bugün yaldızlı sözlerle anlatılmaya çalışılan “halkın kalbini ve beynini kazanmaya” yönelik “meşruiyet” konusunun en iyi örneğini, 1920’nin dünyasında TBMM’nin tahta sıralarına oturan mebuslar vermişti.
Tarih ders almak isteyenlere engin tecrübeler sunuyor. Tarih, olmasını arzu ettiklerimizle değil, olanlarla, yaşananlarla ilgilenir. Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu’da yaşanan kaosun üstesinden gelmek için yola çıkarken, meşruiyetlerini TBMM’den aldılar. Geriye dönüp bakınca, hatıraları önünde saygıyla eğilmemek mümkün değil. Nice yüz yıllara...