Korona salgınının devam ettiği bu günlerde Suriye eskisi kadar gündemde değil. Yine de İdlib’de hayata geçirilmeye çalışılan M-4 karayolunun açılması ve bölgede gerçekleşen terör saldırıları kendisine yer bulabiliyor. Oysa Suriye’de, sessiz ve derinden başkaca gelişmeler de yaşanıyor. Özellikle PKK bağlamında. PKK’dan söz edince, haliyle, tartışmanın çerçevesi birdenbire Suriye dışına taşarak farklı bir boyut kazanıyor. Suriye referans alınınca da oyuncular, niyetler, çatışan çıkarlar çoğalıyor.
ABD, birkaç koldan Suriye’de faaliyetlerini yürütüyor. Bir yandan da Rusya ve İran’a odaklanmış durumda. Öte yandan, bir gözü de Türkiye’de ve iş birliğini genişletmenin yollarını arıyor. Dahası, bölgede rol kapmaya çalışan Fransa ile PYD/PKK’yı Suriye’deki diğer Kürt gruplarla bir araya getirmeye uğraşıyor. Böylece masada kendisinin desteklediği, meşruiyeti tescilli “endemik” ve homojen bir grupla hareket etmenin peşinde. Rusya ise Suriye’nin geleceğinin konuşulacağı aşamaya varmadan kısmi “mıntıka temizliğini” yapmak, İdlib’de mesafe almak istiyor. Başka bir ifadeyle, o da Suriye’nin geleceğinin tartışılacağı masaya hazırlık yapıyor.
ABD, PKK’nın PYD üzerindeki “mutlak kontrolünün” neden olduğu sorunların farkında. Gücü parçalara bölmenin işleri kolaylaştıracağını hesap ederek arayışlarını sürdürüyor. Kandil ise PYD’nin bölünebileceği ya da elinden kayıp gidebileceğini öngörüyor olmalı ki, son zamanlarda SDG’nin “atanmış lideri” Mazlum Kobani üzerinde denetimi sıkılaştırmış durumda.
Türkiye açısından tablo ise biraz daha karışık ve ilginç. Türkiye, PYD’nin kendi başına otonom kararlar alamayacağını biliyor. Ancak bunun statükonun değişmeyeceği anlamına da gelmediğinin farkında. Bu nedenle, sorunu siyasi, diplomatik, psikolojik ve askeri açıdan bir bütün olarak ele alarak mevcut tabloyu değiştirmeye çabalıyor.
Her ne kadar PKK yöneticileri üst perdeden konuşmayı sürdürmekte ısrarlı olsalar da tüm cephelerde ciddi bir kriz sarmalında oldukları açık. Türkiye, PKK’ya sadece askeri açıdan ciddi kayıplar verdirmekle kalmıyor. Örgütün Suriye ve Irak’ta kontrol ettiği bölgeleri daraltarak psikolojisini bozmakta, halk üzerindeki kontrolünü sınırlamakta ve siyasi gücünü olumsuz etkilemekte. Nitekim örgüt son beş yılda, sadece Türkiye’de değil, Irak ve Suriye’de de telafisi mümkün olmayan kayıplar verdi ve vermeye de devam ediyor.
Gelişmelere bakılacak olursa, PKK’nın büyük umutlar bağladığı, mevsim koşullarının değişimi avantaj sağlamaktan uzak. Gerek İHA ve SİHA’lar, gerekse koronavirüs salgınının teröristlerin ve sempatizanların hareketliliğini kısıtlaması ciddi sorun. Öte yandan, Mao’nun deyimiyle, PKK’lı militanlar için “deniz” vazifesi gören halkın tutumu ve karakteri de değişiyor. Hükümetin, HDP ve ellerindeki belediyelere kayyum atmasına seçmenlerin cılız da olsa tepki vermemesi bunun en iyi göstergesi. Bu durum, sadece lojistik açısından değil, istihbarat, moral ve motivasyon açısından da PKK ve destekçilerini derinden etkilemiş görünüyor.
Kuzey Irak’ta da işler değişmekte. KDP, PKK’dan duyduğu rahatsızlığı her alanda hissettiriyor, PKK’yı fiziki olarak sınırlamaya çabalıyor. Örgüt, tarihinin en büyük “güvenli bölge” krizlerinden birini yaşıyor. KDP, koronavirüs salgınının neden olduğu ekonomik krizden çıkışın Türkiye ile ilişkilere bağlı olduğunun farkında. ABD’nin İran ile yaşadığı sorunlar, Irak’ta Şiilerin tutumu ve DAEŞ’in yeniden kıpırdanmaya başlaması da KDP’nin tutumunu etkiliyor. Ancak KDP’nin PKK ile çatışmak istemediği de bir geçek. PKK ise hem güvenli bölge derdinde hem de Suriye’de “kontrolü elden kaçırma” korkusunda. Öcalan’ın telefon görüşmesinde verdiği mesajların etkisini önümüzdeki günlerde göreceğiz. PKK bütün olarak kalacak mı? Mazlum Kobani’nin “tayini çıkacak mı?”