Türk-Amerikan ilişkilerinin en sıcak konularından birinin de Suriye olduğu açık. Nitekim ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Büyükelçi James Jeffrey, bu netameli konuyla alakalı sayısını unuttuğumuz mutat turlarından birini daha yürüttü. Jefry görüşmeler için Türkiye’ye gelmeden önce tüm taraflar diplomatik, askeri ve psikolojik hamlelerini art arda sıraladılar. Böylece, hem karşı tarafı baskı altına almaya hem de beklentilerini kamuoyuyla paylaşma yoluna gittiler. Örneğin, Türkiye kararlılığını göstermek için önemli sayıda askeri kışlalardan çıkartarak Suriye sınırına yığdı. SDG’nin (siz onu PKK olarak okuyun) yöneticisi Kobani ise geniş kapsamlı bir basın turu düzenleyerek örgütün beklentilerine dair mesajlar verdi.
Heyetler görüşmelere devam ederken, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “ABD’nin getirdiği öneriler bizi tatmin eder düzeyde değil. Adeta bir oyalama sürecine gitmek istedikleri izlenimini edindik” dedi. MSB Bakanlığı ise yaptığı açıklamada “güvenli bölgenin askeri yönünün heyetler arasında görüşülmeye başlandığını” açıkladı. Dışişleri Bakanı açıklamalarını, “Bir an önce güvenli bölge konusunda bir mutabakata varmamız lazım, sabrımız kalmadı, aksi halde Türkiye olarak gereğini yapacağız” diyerek sürdürdü. ABD tarafı ise “yatıştırıcı ve zaman kazandırıcı” bir dil kullanmayı tercih etti.
Jeffrey’nin “diplomatik turları” Türkiye-Suriye sınırında güvenli bir bölgenin kuruluşuyla ilgili gibi okunsa da aslında bunu sadece buz dağının görünen kısmı olduğu açık. Çünkü alınacak kararlar daha geniş bir alanı ilgilendiriyor.
İlk olarak, taraflar atacakları adımlarla Suriye üzerinde devam eden ABD-Rusya rekabetinin geleceğini şekillendireceklerinin farkındalar. İkinci olarak, görüşmeler her ne kadar Türkiye-Suriye sınırında belirli bir bölgeyi kapsıyor olsa da, aslında iki taraf da alınacak kararın ABD’nin İran ve İsrail stratejine doğrudan etki edeceğinin farkındalar. İran’ın, Irak-Suriye hattından Lübnan ve İsrail’e el atmasına mani olmayı hedefleyen ABD, Fırat’ın doğusunda alan kontrolünü “endemik örgüt” SDG/PYD’ye ihale etmiş durumda. Haliyle, SDG’nin askeri kapasite ve “moral motivasyon” açısından desteklenmesine özen gösteriyor. Üçüncü olarak, Türkiye ve ABD’nin “güvenli bölge” müzakeresi aslında Suriye’nin geleceğinin tartışıldığı bir platformdur.
Dördüncü olarak, müzakere, Türkiye’nin desteklediği silahlı grupların kaderiyle doğrudan ilgili görünmektedir. Beşinci olarak, alınacak kararların PKK’nın geleceğini, siyasi, askeri kapasitesini, uygulayacağı stratejiyi doğrudan etkileyecek hususları kapsamaktadır. Her ne kadar PKK/PYD’ye politik avantajlar vaat edilse de, müzakerelerin sonunda sınırdan geriye çekilmesinin gündeme gelmesi onu askeri açıdan dezavantajlı konuma düşürecektir. Son olarak, müzakereler Türkiye-ABD ilişkilerinde menteşe rolü oynayabileceği gibi, tüm ilişkileri dönüşü olamayan bir yola sokma kapasitesine de sahip görünmektedir.
Listenin uzunluğu bize neden kısa sürede çözüm olamayacağını, diplomatik hamlelerin kıvraklığını ve turların çokluğunu açıklamaya yetiyor. Ne de olsa “güvenli bölge” buz dağının sadece görünen kısmını oluşturuyor.