Koronavirüs salgını sürerken tanık olduğumuz olaylara bakınca sadece bir “sağlık” sorunuyla karşı karşıya olmadığımızı görebiliyoruz. Virüs, etkisi arttıkça, hayatın her alanında varlığını hissettiren bir dizi gelişmeyi tetikliyor. İç siyasetten uluslararası sorunlara kadar. Örneğin salgın, İngiltere Başbakanını yatağa düşürürken, ABD ekonomisine, yaşam tarzına, askeri kapasitesine verdiği zarar nedeniyle de Trump’ın yeniden başkan seçilme planlarını sarsıyor. Birçok ülkede muhalefet iktidarın süreci iyi yönetmediğini ileri sürmekte, huzursuzlukların baş gösterdiği, şikâyetlerin başladığı görülmekte. Korona sorununun otoriter Çin yönetimini bile zora sokabileceği ileri sürülmekte. Yine petrol fiyatlarının düştüğü bir dünyada bazı Arap ülkelerinin krize sürüklenebileceği, Putin’i işinin zora gireceği öngörülüyor. Uluslararası alanda en çarpıcı etkinin ise Çin-ABD ilişkilerinde görüleceği aşikâr.
Koronavirüs salgınının ABD-Çin rekabetinin hız kazandığı bir dönemde “Çin’de” ortaya çıkması önemli bir olgu. Eğer salgın, üçüncü bir ülkede başlasaydı konunun ele alınışında bir dizi farklılıklar olabilirdi. Ancak salgının Çin’de başlamış olması, ABD’nin elinde bir “koz”, Çin için ise hem “yük” hem de “fırsata” dönüşmüş görünüyor. Bu perspektiften bakınca, korona salgınının iki ülke arasında süregiden mücadelede de kısa ve orta vadeli etkilerinin olacağı açık. Dikkat çeken husus şu: Salgının ABD ile Çin arasındaki rekabeti sona erdireceği, iş birliğini derinleştirerek geliştireceği fikrini savunanların sayısının azlığı. Tam tersine, salgının, orta vadede, rekabet üzerinde çarpan etkisi yapacağı ve tarafların pozisyonlarını tahkim edeceklerini savunanların sayısı oldukça yüksek.
Salgın öncesi iki ülke ekonomik ilişkileri ile salgın sonrası olası gelişmeleri kaleme alan TEPAV Dış Ticaret Direktörü E. Büyükelçi Bozkurt Aran, ticaret savaşlarının bitmeyeceğini, tersine, daha da derinleşerek devam edeceğini (bkz. https://www.tepav.org.tr/upload/mce/2020/notlar/covid19_salgini_ve_kuresel_ticaret_duzenine_olasi_etkileri.pdf ), orta vade korona tedbirlerinin “değer zincirini kopartarak üretim merkezlerini tüketim bölgelerine taşıyacağını” ve dünya ticaretinin daralma eğilimine gireceğini ileri sürüyor.
Her iki ülkenin de korona salgını öncesi konumunu güçlendirecek fikri ve psikolojik desteği inşaya erken bir tarihte başladığını görebiliyoruz. Örneğin, Trump’ın ilk basın toplantısında kullandığı “Çin virüsü” kavramı ne bir yanlışlık ne de bir dil sürçmesiydi. Nitekim, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun yaptığı açıklamalarda Çin’in korona hakkında yeterli bilgiyi paylaşmadığını bilgileri kasten sakladığını söylerken koronavirüsün politik bir araca dönüştürdüğünü ileri sürmektedir. Dahası, tezini güçlendirmek için virüsün çıktığı Vuhan’da kurulu büyük bir virüs laboratuvarına dikkat çekerek, Çin’e dair “algıları” şekillendirmektedir.
Sonuçta, açıklamalar Çin’in sadece tıbbi yardımları “yumuşak güç” olarak kullanan bir aktör değil, aynı zamanda virüsün neden olduğu ekonomik ve siyasal krizleri fırsat olarak ele alan, Batı dünyasının iç dayanışmasının zayıflamasını, liberal dünyanın aldığı “hasarı” memnuniyetle karşılayan bir aktör olduğunu ima ediyor. Dahası, Trump, Çin’i arkalayan bir tutum izlediğini ileri süren Dünya Sağlık Örgütü’nün fonlarını keserek haklılığını göstermeye çalışmakta. Bu noktada ABD’nin yalnız olmadığını da görüyoruz. Nitekim İngiliz istihbaratı MI 6’nın eski bir numarası, benzer tezleri ileri sürerken, salgından Çin’i sorumlu tutuyor. Ardından da Çin istihbaratının Batı’nın geliştireceği tıbbi bilgi ve teknik ilerlemeleri çalmak üzere pusuda beklediğini de ileri sürüyor. Anlaşılan, korona salgını tıbbi bir sorundan öte, Çin-ABD rekabetine dökülmüş bir bidon benzin gibi görünüyor.