Melih AŞIK
Almanya'nın Beregenz şehrinden okurumuz
Yener Polat'ın dün bize ilettiği habere göre... Olay Avusturya'da geçiyor. Erkek kahramanımızın adı
"Tahir..." Yengemizin adı
"Helga..." Elimizdeki notlardan anlaşıldığı kadarıyla.. herşey, Avusturya'da işçi olarak çalışan
Tahir adlı yurttaşımızın bir tarihte
Helga adında bir hanımla tanışmasıyla başlıyor. Kanları çabuk kaynıyor ve birlikte yaşamaya başlıyorlar. Uzun süre çok uyumlu bir ilişki içinde - kaderin ağlarını sessizce ördüğünden (!) habersiz - yaşayıp gidiyorlar.. Ama o da ne?. Altıncı yılın sonunda
Tahir, Helga'yı terkediyor...
Sen misin terkeden!..
Helga, Tahir'e (ayrıntısını aşağıda okuyacağınız)
"fatura"yı çıkarıyor. Ve mahkemeye başvurup bu
"fatura" bedelinin
"Tahir'den tahsil edilip kendisine aktarılmasını" istiyor. Neymiş
Helga'nın
Tahir'le alıp veremediği (ya da verip alamadığı..) derseniz.. Onu da görelim:
Helga'nın
Tahir'e hitaben kaleme aldığı ve
"belge" olarak mahkemeye de sunduğu ayrıntılı fatura dökümü aynen şöyle:
(Helga'nın Tarzanca Türkçesiyle:)
"Ben ve Tahir,
6 yıl cinsi münasebet.
Çok, hergün 3 - 4 defa.
Sen beni buna mecbur bilmek.
Yok bende yalan söylemek.
Hergün 3 - 4 defa.
Her biri 100 Şilin.. Toplam: ?.."
Ve
"belge"ler arasında küçük bir de not..
Tahir'e hitaben:
"Bana ne kadar borcun olduğunu tam olarak hesapladım. Ucuz çalıştım. Çünkü yaşlı bir kadınım. Benim için özel olan şeylere de sahip oldun. Şimdi sen bana borçlusun..."
Bu bilgileri
"belgeleriyle" bize aktaran okurumuz
Yener Polat, mahkemenin vereceği kararın Almanya'da da merakla beklendiğini, bu arada kimi hanımlar arasında şu tür espriler işittiğini eklemeyi de ihmal etmiyor:
"Hiç olmazsa bundan sonra ben de `çetele'
tutayım..."
Papirüs adlı Kültür ve Sanat Dergisi'nin
Bertolt Brecht'e ayrılan son sayısında tiyatromuzun ünlü ve emektar ismi
Necdet Mahfi Ayral'la yapılan bir röportaj da yer alıyor. Röportajın son sorusuna
Ayral'ın verdiği yanıt, tiyatrodaki değil Türkiye'deki drama ilişkin...
- Tiyatroya veda ederken özel bir sözünüz var mı?
sorusuna Necdet Mahfi Ayral'ın verdiği yanıtı birlikte okuyalım:
- Atatürk, ecnebi konsolosların, kalabalık davetlilerin önünde,
"Efendiler her şey olabilirsiniz, mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz hatta reisicumhur olabilirsiniz ama ruhen yaradılmamışsanız sanatkar olamazsınız. Sanatkar el öpmez, sanatkarın eli öpülür" demişti. Ama onda kaldı bu iş. Bugün hiç baktıkları yok. İşte canlı misali ben. Bir evim bile yok. Bugün ayakta duruşumu kızıma medyunum, şükranım. O ve torunum bana bakarlar.
Evim yok ama mezarım var. İsviçre konsolosu bir davet verdi. Onların milli bayramı olan 1 Ağustos günü beni davet etti. Gittim. Giderken ayıp söylemesi, 2 milyon 700 bin lira taksi parası verdim. Dönüşte düşünüyorum; bizim tarafa giden biri olsa da, arabasına binsem de, yine o parayı vermesem. Davette resimler çekiyorum. Tam çıkarken, kapıda bir hanımefendi,
"Hangi gazete için çekiyorsunuz?" diye sordu.
"Hanımefendi ben gazeteci değilim, tiyatrocuyum" dedim.
" Hiii.. affedin hatırlayamadım, affedin.. Sizi ben götüreceğim arabamla" dedi. Arabasına bindik, şoförü var. Sohbet ediyoruz.
"Hanımefendi" dedim,
"hükümet bize bir şey yapmıyor, tasavvur buyurun, benim bir evim yok, benim bir mezarım yok" dedim.
"Ben sana mezar alacağım" dedi. Ve bana bir mezar aldı...
Gazete içinde Personel Müdürümüz sevgili
Nesrin Aktaş ve ekibi tarafından hazırlanan bir aylık dergi var:
Kalitevizyon... Derginin son sayısı için
Nesrin Hanım bir yazı istemişti. Yazdık. Dergi yayınlandı. Yazı beğenildi (iltifat da olabilir)... Madem beğenildi o zaman neden bu düşünceleri Milliyet'in okur ailesiyle de paylaşmayalım. Diye düşündük... Ve yazıyı aşağıya aldık. Buyrun...
***
Kalite ilk bakışta görünmeyendir... Cilƒnın altındadır, cilƒsızdır hatta çoğu zaman... Keşfedilmesi yıllar sürebilir. Bir mobilyanın kalitesini yıllarca kullandıktan sonra onaylarsınız. İnsanın
"kalite"sini ise uzun dostluklar ve birlikte yaşanan zor sınavlardan sonra ancak...
Kalite iki fiskede dökülmeyen boya, birkaç darbede yıkılmayan insandır.
Kaliteli üretim, kaliteli insanların desteği ve işbirliğiyle mümkündür.
Milliyet'e ilk girdiğimde, ilk yazdığım yazıda temizlikçi kadınlardan söz etmiştim. Daha önce çalıştığım gazetelerden ilk farkı, onların çalışmasını izlerken hissetmiştim zira. Öylesine sessiz, severek ve özenle temizliyorlardı ki odamı. Kalite işte oydu... Ve oradan başlamalıydı...
Temizlikçi kadının işini severek yapmasından, özeninden, saygısından... Hem gazeteye hem kendisine olan saygısından...
Kalite parayla ölçülmeyendir. Beceri ve başarının her türlü para, isim, şöhret kaygısından uzak, mesleğe alın teri olarak akmasıdır...
Ben gazetelerin iç sayfalarındaki tek sütun haberlere çok dikkat ederim.
"Tek sütun haber" son cümlesine kadar çok özenle yazılmışsa, gazetede kalite ve okur saygısının varlığına inanırım.
Gazeteci
Müşerref Hekimoğlu çok güzel kuru fasulye pişirirdi. Nasıl olup da bu kadar lezzetli fasulye yemeği yapabildiğini soranlara da şöyle derdi:
- Ben onun içine ruhumu koydum...
Esprili ama doğru bir tanım...
Ne hazır reçete... Ne zengin malzeme... Ne baharat...
Kalite
"ruh"tur.
Kaliteli ürün, insan ancak kendi kalitesini o ürüne kattığında ortaya çıkar.
İnsan kendi kalitelerini; toplumun yapay değerlerinden kendini arındırdığı, kolay duygulardan kaçabildiği, kendisiyle dürüst olabildiği ölçüde ruhuna yansıtabilir. Herkes
"insani" kalitelerle donanmış olarak dünyaya gelir. Mesele onları kendinde büyütüp işine ve mesleğine yansıtma özverisini göstermesindedir.
Medya D çalışanları
"kalite" yaratıcılarıdır. Daha iyiyi aramanın en büyük kalite olduğunun da bilincindedirler. Daha iyiye doğru... Hep birlikte...
Yazara EmailM.Asik@milliyet.com.tr