Melih Aşık

Melih Aşık

m.asik@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Pazar günleri değişiklik olsun diye geçmişte aldığım "özel not"ları yayınlamaya başladım... Gitar Prelüdü, Gece gibi... Dostlar ve okurlar beğendi... Bugün de 30 yıl önceki İsveç günlerine ait anı defterinden bir yaprak... Gençlik sırlarını paylaşalım...
***
Kar yağarken... İsveç'in Lund kentinde (Malmö yakınlarında bir üniversite kenti) geceleri sokaklarda dolaşırdım. Kimsecikler yok... Evlerin tül perdeli ve ışıklı pencelereleri ardında sessiz insanlar... Hem Avrupalı hem Avrupa'ya ve Dünya'ya uzak. Genelde öğrenciler ve üniversite hocaları... Ne hükümete kızıyorlar, ne ülkenin geleceğine dertleniyorlar... Bir sessiz bilim dünyasının ciddi insanları... Bense bir serseri... Ama memnun bir serseri... Hem kendi dünyasını hem onların dünyalarını gözleyen... Hem onların duygularını hem kendi duygularını bir kokteyl kabında çalkalayan... Kendine için için gülen... Kimseyi rahatsız etmeyen. Onları gören ama onlarca görünmeyen... Gizli keyifler içinde bir kayıp adam...
Geceleri sabaha karşı gazete dağıtırdım... Karlı yollardan geçip bisikletimle... Gazeteyi kapıdaki kutuya atardım.. Kapının ardında gazete bekleyen uykusuz ihtiyarlar. Ne onlar beni tanır, ne ben onları...
Gazeteler dağılıp bitince bisikleti karlı yoldan aşağı koyverirdim. Bir gün düştüm ana yolun üzerine... Çok gülmüştüm etraftan gelip geçen otomobiller bana garip nazarlar atfedip yollarına devam ederken...
Uzaklarda ışıklar vardı.. Yanlarına varınca yine ışıklar...
Sonsuzluk İsveç'te yaşanır...
Işıkların ötesinde yine ışık...
Karların ötesinde yine kar...
Ve onların ötesinde... Seni seven kadınlar...
Ah bir görebilsem...
Diye diye koşar veya basarsın bisikletin pedalına...
Oradasındır, yine olduğun yerde...
Uzakta bir vaha gibi seni aldatan ışıklar...
Ve karlar arasında...
Yalnızlık seninledir,
İkiz dostun...
Daima...

Ailenin boyu...

Avukat Nermin Hanım, Mesut Yılmaz'ın seçim kampanyasında kürsüye eşi ve oğluyla birlikte çıkmasına bir anlam verememiş... Gönderdiği notta diyor ki:
"Ben duruşmaya kocamı getirsem ve sanıkların savunmasını yaparken yanımda bulundursam... Ya da bir doktor eşini hastaneye getirip ameliyatlara birlikte girse... Veya... Ne bileyim bir otobüs şoförü karısını yanında dolaştırsa... Garip olmaz mı?.."

***
Malum işadamının anı defterinden:
"Kimseyi dolandırmadığım zaman kendimi dolandırılmış hissediyorum..."
***

***
Kimyager olmak için kimya, avukat olmak için hukuk, doktor olmak için tıp öğrenilir. Siyasetçi olmak isteyenler ise sadece kendi çıkarlarının tahsilini yapar.
Max O'Rell
***

***
İnsanların kazayla yükselip bir yerlere gelebildiği ülkelerde ölümler de hep "kaza" ile oluyor.
***

Radyoyla görmek...

Maçlara gittiğinizde ya da maçları televizyondan izlediğinizde mutlaka görmüşsünüzdür: Birkaç yıldır stadyumlarda saha kenarları yürüme özürlü yurttaşlarımıza tahsis ediliyor... Bu yurttaşlarımız tekerlekli arabalarında itilmeden - kakılmadan, olabildiğince iyi koşullarda tuttukları takımların maçlarını izliyorlar.
Hoş, insani bir uygulama... Peki, futbolu seven görme özürlü yurttaşlarımızın da maçlara gittiğini... Takımlarını alkışlayıp desteklediğini de biliyor muydunuz?.. Biz şahsen bilmiyorduk, dün tesadüfen dinlediğimiz bir radyoda böyle bir yurttaşımızla yapılan röportajda öğrendik. Onlar da gidiyorlarmış ve maçları neredeyse gözü görenler kadar heyecanla, keyifle izliyorlarmış.
İyi de gözü görmedikten sonra bir insan maça niye gider? Giderse bundan nasıl bir keyif alır? Yurttaşımız anlatıyor:
- Maçlara, elimize birer transistörlü radyo alarak gidiyoruz. Maçı radyodan dinlerken adeta görmüş gibi oluyoruz. Öteki seyirciler kadar heyecanlanıyor, seviniyor ve üzülüyoruz. Binlerce seyirciyle birlikte topluca tezahürat yapmanın keyfini yaşıyoruz. Hatta ölçüyü kaçırmamak kaydıyla zaman zaman da hakeme, futbolculara bağıyor, çağırıyor, küfür bile ediyoruz. Uzun lafın kısası, görme özürlü olsak da o atmosferi yaşıyor, maçı görmüş gibi oluyoruz ki, bu da bize yetiyor...

Yaş dönemleri...

Erkek bir bilim adamının (!) yaptığı araştırma, kadınların hayatının 4 ana döneme ayrıldığını ortaya koymuş:
1) Herşeye ağzı açık ayran budalası olarak baktıkları, söylenen her güzel lafa kolay kandıkları 17 - 25 yaş arasındaki KAZ Dönemi.
2) Güzelliklerinin farkına vardıkları, o yüzden hep kapris üstüne kapris yaptıkları 25 - 35 yaş arasındaki NAZ Dönemi.
3) Hayatı (erkekleri) tanıyıp gözlerinin açıldığı 35 - 45 yaş arasındaki KURNAZ Dönemi.
4) Mihrabın yıkıldığı, herşeyin bittiği 45 yaş sonrası ENKAZ DÖNEMİ.
Benzer araştırmayı bir bilim kadını da yapmış... O da erkeklerin hayatının 4 ana döneme ayrıldığını görmüş. Neler miymiş bunlar?
1) 17 - 25 yaş arası: KAZ Dönemi.
2) 25 - 35 yaş arası: KAZ Dönemi.
3) 35 - 55 yaş arası: KAZ Dönemi.
4) 55 yaş sonrası: ENKAZ Dönemi.



Yazara E-Posta: m.asik@milliyet.com.tr