Melih AŞIK
Derin devletin uyguladığı şeytani bir senaryo mu? Tesadüf mü? Doğrusu çözümlemek zor. Ama tıkır tıkır işliyor. Geleceği bir kat daha karartıyor.
İÜ'de görevli bir öğretim üyesi dostumuz
"senaryo" yu şöyle anlatıyor:
- Devlet üniversiteli gençleri ezmek ve vicdanlarını kanatmak için her türlü tahammül sınırını aşan özel bir sertlik uyguluyor, diyor, sokakta olsun mahkemelerde olsun... Üniversite öğrencileri her görüldüğü yerde eziliyor... Bence bu bilinçli olarak yapılıyor. Ve ne oluyor biliyor musunuz?
- Ne oluyor?
- Gencecik insanlar bu şekilde devlete düşman ediliyor. Genç insan,
"polisiyle, askeriyle, bürokratıyla" devleti her türlü kötülüğün en büyük kaynağı olarak görmeye başlıyor...
- Sonra?
- Sonra devreye fraksiyonlar ve kimi küçük sol partiler giriyor. Bunlar
"Devlete Kemalist ideolojinin hakim olduğu" düşüncesini aşılayarak genç insanı Atatürk'e de düşman ediyorlar. Bu genç insan kendisini devlet ve ordu karşısında, İslamcılar ve Kürtçülerle kader birliği içinde hissediyor. Laikliği ordu dayatması olarak görüyor. RP'yi kendisiyle birlikte devlete karşı demokrasi mücadelesi veren bir parti olarak değerlendiriyor.
- Bu gençlerin sayısı ne kadar?
- Binlerce... 10 Kasım'da İstanbul Üniversitesine Atatürk'e ve Atatürkçülere hakaret eden bir pankart asıldı. Bu pankartı 24 saat kimse oradan kaldırmadı. Gençlere saldıran devlet güçleri "Kemalist" bellenince öğrencilerin Atatürk'e de olumsuz gözle bakmaları ve şeriatçılarla aynı çizgiye girmeleri doğal değil mi?
Öğretim üyesi dostumuz sözlerini özetliyor:
- İster devletin acizliği deyin... İster bilinçli bir uygulama... Sonuçta Cumhuriyet'e tepkili, en azından ilgisiz bir nesil yetişiyor. Bazı sol partilere Atatürk portresinin sokulmaması, mitinglerde Türk bayrağına rastlanmaması basit olaylar değildir. Aydın gençler bütün bu kavramlardan soğutuluyor. Bir yandan "sömürü düzeni" nden çıkar sağlayanların Atatürk ve laiklik gibi kavramları kendilerine kalkan yapması... Öte yandan Cumhuriyet düşmanlarının sömürü ideolojisini Atatürk ideolojisi olarak yutturması... Cumhuriyet'i yaşatacak kadroları karşı safa itiyor. Gelecek, çok karanlık bir fotoğrafa dönüşüyor.
Meclis kulisinde dün DSP ve CHP'li bir grup milletvekili kendi aralarında sohbet ediyor. Derken, kısa bir süre önce DSP'den istifa ederek CHP'ye geçen
Cevdet Selvi de gruba katılıyor. Yerine oturur oturmaz da, gruptaki DSP'li milletvekiline dönüyor;
-
Susma! Sustukça sıra sana da gelecek arkadaş, diye bir laf atıyor. Nereden çıktı şimdi bu laf, diye sorulunca da anlatıyor:
-
Az önce aldığım bir habere göre, DSP'nin İstanbul İl Başkanı Genel Merkez tarafından görevinden alınmış... Ankara İl Başkanı da istifaya zorlanmış.- İyi de bunun, attığın o sloganla ilgisi ne?
-
Ben, parti içi demokrasiyi uygulamıyor, diye Bülent Bey'i eleştirip DSP'den istifa ettiğimde, bana ilk tepki bu iki arkadaştan gelmişti. Gönderdikleri mektupta, sen ve senin gibiler, DSP kültüründen yoksun olduğunuz için bu eleştirileri yapıyorsunuz. DSP'de parti içi demokrasi vardır ve Bülent Ecevit, son derece demokrat bir insandır, demişlerdi. Ben de kendilerine, "Susma! Sustukça sıra sana da gelecek!"
anlamına gelen yanıt vermiştim.
Sıra çabuk geldi, ona gülüyorum...
Siyasal Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Ülkü Azrak dün gönderdiği notta diyor ki...
Üniversite harçlarının yüksekliğini protesto ettikleri veya yürüyüşlere katıldıkları için örgütlü suç (!) işledikleri gerekçesiyle herbiri 10 yılın üstünde hapis cezasına müstahak görülen gençlerle dayanışma mitingine katılanlar da polisimizin cop ziyafetine müstahak görüldü. Adam öldürmeye kadar varan gerçek anlamda örgütlü suçların faillerinin salıverildiği ülkemizde, üniversiteli gençler çok açık bir biçimde kanun karşısında farklı muamele görüyor.
Meclis locasında pankart açma sorununa gelince; bu konuda size bir taze anımı aktarmak istiyorum: Almanya'nın Hesse eyaleti parlamentosunda 1997 yılı bütçe görüşmeleri yapılıyor ve bu görüşmeler televizyonda naklen veriliyordu. Bir ara kamera, dinleyici localarına çevrildi ve orada bazı gençlerin, üzerinde Viyana'lı besteci
Karl Millöcker'in ünlü operetinin adı olan
"Der Bettelstudent", (yani
"dilenci üniversite talebesi") yazılı bir pankart açtıkları görüldü. Bu protestonun nedeni, eyalet bütçesinde üniversitelere ayrılan ödeneklerin önceki yıla göre iyiden iyiye düşürülmüş olmasıydı. Tabii bu, burs miktarlarının ve öğrencilere yapılan öteki harcamaların kısılması anlamına da gelmekteydi. Mecliste aynı zamanda emniyet teşkilatı bütçesi de görüşüleceğinden yüksek rütbeli emniyet mensupları da locada oturuyorlardı. Bir Türk olarak ilk aklıma gelen, bu emniyet mensuplarının polis görevlilerini içeri çağırarak öğrencileri sille tokat dışarı attırmasıydı ya; ne gezer! Adamların kılı bile kıpırdamadı. Sadece oturumu yöneten Meclis Başkanı öğrencilere hitaben:
"Yaptığınız hareket, parlamentonun iç düzenine uymamaktadır. Lütfen o pankartı kaldırınız!" dedi. Onlar da bu isteğe uyarak pankartı topladılar ve mesele bitti. Bugünlerde Almanya'nın birçok kentinde benzer nedenlerle gösteri yürüyüşleri ve açık hava toplantıları yapılıyor. Polis ne cop kullanıyor ne de köpek. Şimdi külahımızı önümüze koyup düşünelim: Acaba Avrupalıların Türkiye'ye, insan onuruna ve haklarına saygı göstermeyen bir ülke gözüyle bakıp aralarına almak istemeyişi çok mu haksız bir davranış? Bir de, güvenlik görevlilerinin zaman zaman
"kahrolsun insan hakları" diye slogan atarak yürüdüklerini bilseler!..
İstanbul Milletvekli
Bülent Tanla, Kültür Bakanlığı bütçesinde konuşurken diyor ki:
- Türk sineması inanılmaz ve beklenmedik bir darbeyle karşı karşıyadır. Türk sinema söktörü yıllar süren bir mücadele sonucu kazanmış olduğu Türk filmlerini rüsumsuz gösterme hakkını yeni vergi yasasıyla kaybetmek üzeredir. Yabancı flmlerden alınan yüzde 25 oranındaki gösteri vergisi yüzde 10'a düşürülürken yerli filmlerde sıfır olan vergi yüzde 10'a çıkartılarak sinemamız korumasız bırakılmaktadır...
***
Aslında normal! Rantiyeden vergi alamayanlar ne yapacak? Sinema emekçileri gbi ayakta zor duran kesimlerin cebindeki birkaç kuruşa göz dikecek. Çok normal!
Yazara EmailM.Asik@milliyet.com.tr