Melih AŞIK
"Özelleştirmede Bir Dönüm Noktası" başlıklı ilan, geçtiğimiz günlerde gazetelerde yer aldı. Özelleştirme İdaresi'nin verdiği ilana göre, Petrol Ofisi'nin yüzde 51 oranındaki hisseleri, blok satış yöntemi ile özelleştiriliyordu. Yine ilana göre, ihaleye katılmak isteyenlerin,
"Gizlilik Anlaşması"nı imzalamaları ve şirket hakkında hazırlanan
"Gizli Tanıtım Dokümanı ile İhale Şartnamesi"ni almaları zorunluydu. Bunun için de 10 bin dolar ödemeleri gerekiyordu.
Peki bütün bunların anlamı neydi? Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi (KİGEM) Genel Sekreteri
İlter Ertuğrul anlatıyor:
- Özelleştirme İdaresi, ihale şartnamesinde, şirketle ilgili gizli bilgilerin yer aldığını, bunların dışarıya sızmaması için Gizlilik Anlaşması öngörüldüğünü söylüyor. 10 bin dolar da ihaleye katılanların bu sırları dışarıya sızdırmaması için alınıyormuş. Eğer bu sırlar çok önemliyse, bugün bunları ele geçirebilmek için değil 10 bin, 100 bin doları feda edebilecek çok sayıda kişi ve kuruluş var. Daha da önemlisi, 10 bin doları verecek kişi ya da kuruluşun, söz konusu bilgileri dışarıya sızdırması halinde bir yaptırım söz konusu değil. Kaldı ki, Petrol Ofisi'nin İngiliz Mobil şirketine peşkeş çekilmek istendiğini bilmeyen, duymayan kalmadı.
Aynı konuda bu defa CHP Ankara milletvekili
Yılmaz Ateş'i dinliyoruz:
- Bilindiği gibi Petrol Ofisi, ordumuzun da yakıt ikmalini yapmaktadır. Bütün Avrupa ülkeleri, bu tür kuruluşların kamuda kalmasına özen gösterirken, Türkiye'nin aynı duyarlılığı göstermemesi çok gariptir. Şu anda Petrol Ofisi Genel Müdürlüğü yapan Sayın
İsmail Alakoç, İngiliz şirketi Mobil'in Londra'daki merkezinde uzman olarak çalışmış, Mobil'den emekli olmuştur.
Bana gelen bilgiler, Petrol Ofisi'nin özelleştirilmek değil, İngilizleştirilmek istendiğidir...
Çok fazla tatil yaptığımız, buna karşılık az çalıştığımız yolunda yaygın bir düşünce var... Harb - İş Dergisi'nin son sayısında bu kanaatin yanlış olduğu anlatılıyor. Deniyor ki:
"Çalışma sürelerinin az ya da çok olduğu yargısına varabilmenin en doğru yolu, kendimizi özellikle gelişmiş ülkelerle kıyaslamaktır.
Türkiye'de kesin istatistiki bilgi olmamakla birlikte, kamu kuruluşlarında hafta tatilleri, ulusal bayramlar ve ortalama yıllık izinlerle birlikte yaklaşık 220 - 230 gün çalışılıyor. Bu da yıllık ortalama 2000 saat demek... Sendikalaşma oranının düşük olduğu özel sektör işyerlerinde ise bu rakam 2400 - 2800 saate çıkıyor. Diğer ülkelere bakıldığında ise; örneğin Avrupa'da işçi başına çalışma süresi 1700 saat, Kuzey ülkelerinde bu oran daha da düşük: 1500 saattir. Kıyaslama sonucu gösteriyor ki, Türkiye'de işçiler az çalışmıyor, hatta çok bile çalışıyor..."
***
Ferahlatıcı bir bilgi... Artık önümüzdeki tatilde güneşin altında yatarken bir yandan da yan gelip yatmanın
"vicdan sızlaması"nı hissetmeyeceğiz gibi... Bu arada anımsatalım.. Kurban Bayramı bu yıl 10 gün... 3 Nisan Cuma - 13 Nisan Pazartesi... Yihhuuuu... Programı yapın yerinizi ayırtın...
Doya doya dinlenin...
İngiliz Dışişleri Bakanı
Robin Cook, "Türkiye'nin Kıbrıs ile müzakerelerin açılmasını 1995'de kabullendiğini" söyleyince bu iddiaya o dönemin liderleri
Tansu Çiller ve
Murat Karayalçın'ın ne diyeceğini sormuştuk.
Dönemin Dışişleri Bakanı
Murat Karayalçın cevaben dedi ki:
- 2 Mart 1995'te Londra'da yapılan ve 5 dışişleri bakanının katıldığı toplantıda çok açık olarak Kıbrıs AB'ye alındığı takdirde KKTC ile bütünleşmeye gideceğimizi söyledim. Bu durumu o toplantıya katılmayan Fransa Dışişleri Bakanı
Alain Juppe'ye de bir mektupla bildirdim. 6 Mart toplantısında aynı konuyu vurguladım. Biz tavrımızı açık koyduk. Bizim dışımızdaki gelişmelerden ise biz sorumlu olamayız.
Murat Karayalçın bunları söylerken Emekli Büyükelçi
Fahir Alaçam bize gönderdiği notta özetle diyor ki:
-
Karayalçın ve
Çiller doğrudan ödün vermemişlerdir. Pazarlık AB ile Yunanistan arasında olmuştur. AB ile Türkiye arasında Gümrük Birliği'nin imzalanabilmesi için Yunanistan'ın vetosunu kaldırması gerekmekteydi. Yunanistan, AB ile yaptığı pazarlık sonucu, vetoyu AB ile Kıbrıs arasında üyelik müzakerelerinin başlaması koşuluyla kaldırmıştır. Dolayısıyla bu pazarlıkta ne Türkiye'nin bir rolü vardır ne de kendisinden birşey istenilmiştir.
Ancak, Türkiye bu pazarlıktan haberdardır. Eğer Ankara o zaman
"Benim gıyabımda yapılan bu pazarlığı kabul etmiyor ve Gümrük Birliği'ne girmiyorum" dese idi, çok büyük bir ihtimalle AB de Kıbrıs'la müzakere açmaktan vazgeçerdi.
Şimdi Sayın
Çiller ve Sayın
Karayalçın'a sorulacak soru şudur:
"Bu pazarlığı bile bile Gümrük Birliği'ne girmeyi niye kabul ettiniz?"
Ne cevap vereceklerini bilemem.
Ama bu soruyu bana sorsa idiniz, ben de cevap vermekte zorlanırdım ve muhtemelen
"İşin Kıbrıs yönünü ileride halletmeye çalışırız" deyip Türkiye için çok önem arzeden Gümrük Birliği'ne dahil olmayı tercih ederdim.
Ancak, politikamız bu idi ise, bugün gerek Kıbrıs konusunda gerek AB'ye karşı güdülen yol o politikanın amacı ile bağdaşmamaktadır.
"...Acaba niçin ölüm her yerde aynı olduğu halde köylüler ve yoksul insanlar ona çok daha metin bir ruhla katlanırlar: ben öyle sanıyorum ki bizi korkutan ölümden çok bizim, cenaze alaylarıyla, asık suratlarla ölüme verdiğimiz korkunç durumdur... Çocuklar sevdiklerini bile maske takmış görünce, korkarlar. Biz de öyle. İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi çıkarıp atmalıyız."
Yazara EmailM.Asik@milliyet.com.tr