Kayahan’a inat; şarkı 365 günde değil 24 saatte nasıl bestelenir, o şarkı hangi aşamalardan geçip tamamlanır, gittim yerinde izledim
Hadise kısaca şu: Coca-Cola Maroon 5’ı alıyor, Londra’nın en şahane ve en meşhur stüdyolarından birine sokuyor (adı Metropolis, burası hakkında daha sonra yazmaya söz veriyorum),
“24 saattiniz var; bir şarkı besteleyin, millet de internetten canlı izlesin, hatta yorumlasın, katkıda bulunsun” diyor. Ben bu 24 saati stüdyoda izledim. Anlatayım.
* Bir kere Maroon 5’da çalan müzisyenler işlerini çok iyi bilen, ciddi profesyonel adamlar. Hiç aksamadan adım adım şarkıyı çıkardılar. Öyle “laylaylom” değil yani hadise...
*Önce müzikal altyapı dediğimiz akorları ve bir melodi buldular. Bunu olgunlaştırdıktan sonra sözler üzerinde çalıştılar ve en son da Adam Levine şarkıyı okudu. Adamın sesi gerçekten çok iyi.
*Adam Levine’e kadınlar ve gay’ler deli olmakta haklı galiba. Adam cool. Beyaz tişört, blucin, siyah postallar, dövmeli kollar ve saç tarzıyla bir nevi günümüzün James Dean’i gibi görünüyordu stüdyoda.
* Bu kaydın en önemli yanı Twitter aracılığıyla insanların 115 ülkeden görüşlerini aktarmasıydı. Pek çok yorum “Sizi seviyoruz” “Veauvvv, Adammmmm” tarzında olsa da işi ciddiye alanlar vardı. Şarkı şekillendikçe beğenilerini ve fikirlerini belli ettiler.
* Ortalık blogger’dan geçilmiyordu. Bir tanesi stüdyonun önünde çektirdiği kendi fotoğrafını bir saat boyunca fotoşopladı. Benim gördüğümü fark edince de “Sakalları alıyorum” dedi. Bence blogger’lık ne dünyada ne Türkiye’de hâlâ çok anlaşılan bir şey değil.
* Ortalıkta blogger çok olunca elinde küçük bir kamera ya da telefonla kendini çekip kendi kendine konuşan ve anons yapan insan sayısı da çok oluyor. Bir ara deliriyorum sandım. Ben iPad’den tweet atmakla ve Hafifmuzik.org’u güncellemekle yetindim.
*Anons falan yapıp kendi kendime konuşmadığımdan olsa gerek, Japon MTV’si beni mühim biri sanarak röportaj yaptı. Deprem konusunu hiç açmadım. “Nasılsınız, iyi misiniz?” dedim, anladılarsa...
* Gitarist James Valentine ve klavyeci Jesse Carmichael ile stüdyoda beş dakika ayak üstü konuşma imkanı buldum. Röportaj pek denemez. Özetlersek... 24 saatin bir şarkı yazmak için yeterli bir süre olmadığını söylediler. Normalde bu şekilde çalışmıyorlarmış. Şarkılarla çok daha fazla uğraşıyorlarmış. Stüdyoya girerken gerçekten de kafalarında bir-iki gitar melodisi ve ritim dışında hiçbir şey yokmuş. Bu teklifi ilk aldıklarında acaba becerebilir miyiz diye düşünmüşler. Sonra bunu iyi bir deneme olduğuna karar vermişler. “Maraton gibi bir şeydi” dedi Carmichael.
l Ben size bir şey söyleyeyim mi, bayağı iyi bir şarkı yaptılar. Gerçekten beğendim.
*Benim bu kayıttan birkez daha anladığım şu: Popüler bir şarkı bir bütün. Ve iş solistte ve onun performansında bitiyor. Solist yavan olursa ne çalarsan çal boş. Adam Levine olaya girmeden ortada bildiğimiz anlamda şarkı falan yoktu resmen.
* Bütün bu hikaye neden yapıldı derseniz, aslında bu aynı zamanda bir hayır işi. Adı henüz konmayan bu şarkı 1 Nisan’da internetten ücretsiz olarak satışa sunulacak. İndirilen ilk 100 bin şarkının bedeli Coca-Cola tarafından Afrika’da insanların kullanımı için temiz su sağlayan RAIN isimli vakfa bağışlanacak. 100 bin şarkının ardından dileyen bu şarkıyı ücretli indirerek bağışta bulunmaya devam edecek. Herkesin kazançlı olduğu bir proje yani bu.
*15 Nisan’da İstanbul’da Maroon 5 konseri olduğunu hatırlatayım. Ben bu konserin iyi geçeceğine dair izlenimlerle döndüm. Kayıtlara geçsin...
İTİRAF EDİYORUM
*Rebecca Black’in internet fenomeni olan “Friday” isimli şarkısını sevmeye başladım. (Hele Youtube’daki sahte Bob Dylan cover’ı yok mu...)
*Türk Hava Yolları’nın artık gerçekten belli standartları olduğunu yeni fark ettim. Seçeneklerden
“et” olan istendiğinde hep “Kalmadı tavuk var” yanıtı standart. Gazetelerden Milliyet istendiğinde hep “yalnız o kalmadı Hürriyet var” standart. İçeceklerden Coca-Cola Zero istenince “yalnız diet olarak var” standart.
*“O da bir yeşil” patlangacıyla gazeteye konuşan Işın Karaca’nın demecini okuyunca “çevreci olmak hiç bu kadar kolay olmamıştı” diye düşündüm. Şöyle demiş Karaca: “Yazışmalarımı mail’le yapıyorum.” Bundan sonra ben de mektubu, papirüsü, dumanı, güvercini bırakıyorum ve çevreci oluyorum arkadaş...
*Maroon 5’ı Londra’da stüdyoda izlemeye gitmeden önce pek de tanımıyordum. İyi müzisyen olduklarını gördüm, dinleyeyim dedim. Siz de benim gibi yeni ilgilenmeye niyetliyseniz 2010 albümleri “Hands All Over” fena bir başlangıç değil.
Kaybedenler Kulübü değil sanki Kazananlar Kulübü!
“Kaybedenler Kulübü”nün sadece
bir film değil, 90’larda fenomen olan bir radyo programının adı olduğunu pek kimse bilmiyor. Filmin bu radyo programını hazırlayan ve sunan Mete Avunduk ve Kaan Çaydamlı’nın gerçek hikayesinden esinlenilerek çekildiğini de... Yeni kuşaklar yaş farkından dolayı, eskiler de basında çıkan haberlerin yarattığı kafa karışıklığından. Nedenlerinden biri de elbette bu ikilinin hiç ortalıkta görünmemesi. Adeta bu iki isim bilinçli olarak yok sayılıyor. Galada çekilen resimleri bile basında yer almadı. Belki de hiç çekilmedi.
Nejat İşler ve Yiğit Özşener filmde Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’u canlandırıyor. Ama anlaşılan yetmemiş, yakışıklı oyuncular gerçek hayatta da bu iki ismin yerine ikame olsun istenmiş. Gerçekten, başka bir gerçeklik yaratma arzusu.
İnsan ister istemez herhalde basının önüne çıkacak kadar yakışıklı bulunmadılar diye düşünüyor. İletişim uzmanları böyle tercih ettiyse bir bildikleri vardır. Ne yapılmak istendiğini anlamakla birlikte itirazım var.
Bu ikili Nejat İşler ve Yiğit Özşener gibi “artiz” olsalardı “Kaybedenler Kulübü” diye bir program da olmazdı. Kazananlar Kulübü olurdu. O zaman da ortada anlatacak bir hikaye olmazdı.
Bu insanlara adamlar ve kadınlar hayransa seslerinden, konuşmalarından, esprilerinden, zekalarından, hayata bakışlarından dolayı hayrandı.
Yani sizin anlayacağınız, “Kaybedenler Kulübü” radyo programının film versiyonu magazin basınında bir nevi Kazananlar Kulübü gibi kutlanıyor.
“Konuşuluyor ya ona bak” diyeceksiniz. Benim de tek tesellim o zaten. İnşallah gişe yapar da herkesin yüzü güler, bu orijinal hikaye hak ettiği gibi geniş bir kitleye ulaşır. Ben de bugün izleyeceğim. Filmi görmek isteyenler sinema salonlarına. Filmin gerçek kahramanları Kaan ve Mete’yi görmek isteyenler Kadıköy-Moda hattına. Belki bir yerlerde onlara rastlarsınız.
Rekabet Kurulu rekabeti sevmiyor olabilir mi?
Yüksek Seçim Kurulu siyasi partilerin reklam filmlerinin tarifelerine ilişkin bir düzenleme yaptı. Buna göre kanallar her partiye aynı tarifeyi uygulayacak. Amaç propagandada adil rekabet.
“Televizyonlar özel ticari kuruluşlar, diledikleri müşteriye hizmetlerini diledikleri fiyata satarlar kardeşim” diyebiliriz. Ama demiyoruz. Çükü bazı kurumlar rekabette adaleti sağlıyor.
Bu haberi okuyunca benim aklıma nedense geçen hafta MÜYAP’ın yasal bir müzik paylaşım sitesine, site daha açılmadan yıllık
2 milyon TL fiyat çekmesi geldi. Konuyu Rekabet Kurulu’na götüren siteye “Biz Rekabet Kurulu tarafından denetleniyoruz zaten” yanıtı geldi.
Şimdi Rekabet Kurulu’na müzikseverler adına soralım:
“Eğer adil rekabet varsa ‘Başkasına ucuz, size pahalı çünkü öyle istedik” nedir? Eğer adil rekabet yoksa o zaman denetim kriterleriniz nelerdir?