Güzel yazı yazan, el yazısı güzel olan insanlara hayranım. Ne zaman bir defter dolusu güzel yazılmış harflerle karşılaşsam, nasıl oluyor da sabırla hep aynı büyüklükte harfleri hep aynı şekilde kuyrukları, hep aynı eğime sahip çengelleri ve hepsi aynı açıya sahip şapkaları çizebiliyorlar diye her defasında şaşırırım. Hele bazı arkadaşlar var ki bir kitabı karşılarına alıp başlıyorlar istinsah etmeye. İstinsah, “suretini çıkarmak” demek, dolayısıyla bu arkadaşlar ne gördülerse aynısını yazıyorlar. Ama ben hiç güzel yazmak istemedim.
Demek ki benden müstensih yani istinsah eden kişi olmazmış! Eskiden haftada bir, dolmakalemi, yazıyı, mürekkebi seven dostlarla bir pastanede buluşurduk. Güzel yazmaya özenen arkadaşlarımı izlerdim. O zamanlar bazen “keşke ben de öyle yazabilsem” duygusu kabarıyordu içimde ama aslında, kendimi kandırıyordum. Ben hiç güzel yazmak istemedim.
Bir arkadaşım, o günlerde el yazımın “güzel” olduğunu söyleyince çok şaşırmıştım. Acaba farkında olmadan yazıda ustalaşmış mıydım? Telaşla defterlerime baktım. İçimi kemiren sorunun yanıtını, aynada kendime bakar gibi gördüm: Ustalık yoktu. Her zamanki gibi iyi yazamıyordum. Anladım ki, bu fikir, arkadaşımın merhametinden ileri geliyordu sadece. Rahat bir nefes aldığımı hatırlıyorum. Güzel yazmak elimden gelmiyordu. Yani bir sorun yoktu.
“Güzel” yazı yazmaktan hoşlanmıyorum. Hep aynı boyutlarda yazı yazmak hiç bana göre değil. Aynı ritmi tutturmak hele, içime sinmez. Peki ya her defasında aynı harfleri yazmak? Kalsın, istemem. Beceriksizliğimden değil, demek isterdim. Gerçi hiç becerikli biri olmadım zaten ama başka nedenleri de var. Ben harflerin farklı hallerini seviyorum. Bin türlü “m” veya ortası çizgili “z” yazabilirim ve bin türlü “a” yazmak isterim. Harfleri sıkıntı verici kalıpların dışında, bazen eğri, bazen yamuk yumuk yazmayı severim.
Beni gıdıklayan yazılara da takılırım.
Sinan Genim hocamın yazıları mesela bu türdendir. Gizli bir cemiyetin üyesi gibi her cumartesi gazeteyi alır almaz okumaya ikinci sayfadan başlarım. (Birinci, üçüncü ve son sayfalar hiç bana göre olmadı.) Şaşmaz, yine ne güzel yazmış Sinan Hoca derim sonra. Gazetenin kenarına hemen dağılan notlar alır, önem derecesine göre işaretlerim. Sonra onları alır bir kâğıda yapıştırırım. Bir zaman sonra notlarıma karşı notlar alırım. Yazı yazıyı besler. Hele bir de şahane bir mürekkep varsa, dolmakalemin ucu takılmadan yürüyorsa, müthiş bir zevk!
Demek istediğim her zaman aynı şekilde yazmak bana göre değil. Canım sıkılır, içim daralır. Yazı da mürekkep gibi akmalıdır diye düşünüyorum. Harflerimiz robot değil. Yazı özgür olmalı, gönlünce akmalıdır.
Daha çok çizgisiz, beyaz kâğıda siyah, simsiyah mürekkeple yazmayı severim. Renkli mürekkeplere de hayır demem. Mürekkebin kâğıdın üzerine dökülmesinden acayip bir şekilde hoşlanırım. Dolmakalemin içindeki fikir yumaklarını çözmek bulmaca çözmek gibi gelir bana. Aklımda gezinen kimi boş, kimi saçma düşüncelerin ve boş hayallerin kâğıdın yüzeyinde tıpkı kimyasal içerikli minik bir küvetin içinde yavaş yavaş ortaya çıkan fotoğraflar gibi belirmesini severim. Ne zaman yazı yazsam Samih Rifat’ın “Akla Kara Arası” (YKY) isimli kitabı gelir aklıma.
Yazı yazmanın kendisi güzel, yazının güzel olması gerekmez.