GEÇEN haftaki pazar yazımda hiç çekinmeden, gocunmadan Pasaport’ta çay içerken dolandırıldığımı anlatmıştım.
Yazımı okuyan sevgili ve de dünya durdukça dursunlar diye duacı olduğum bazı yakın arkadaşlarım bana; “Yahu kardeşim, sen de ağzı açık İzmir budalasısın, İzmir’den lâf açıldı mı böbreğinin birini alsalar umurunda olmayacak kadar kendini muhabbete kaptırıyorsun, dua et, adam sadece elli liranı almış” diye durum değerlendirmesi yaptılar.
Çok iyi anlayamadım; belki de dalga geçtiler.
Altta kalacak değilim, cevabım aşağıdadır.
* * *
Bir şehri sevmek, huysuz bir kadını bütün huysuzluklarına rağmen, huysuzluklarını dert etmeden, sızlanmadan, yüz çevirmeyi, vazgeçmeyi bir an bile düşünmeden sevmek gibidir.
Bir şehri seviyorsanız, havasından suyundan, trafiğinden, gezecek eğlenecek yeri olmadığından, karanlık basar basmaz sokaklarının yalnızlığa bürünmesinden şikâyet etmeyeceksiniz.
Şehri karşılıksız sevince, sizi yoruyor, üzüyor, buruk bir duyguyla boğuyor bile olsa, dert etmeden, of demeden seveceksiniz.
Şehri, insanı canından bezdiren, huysuzluk etmek için sebep bile aramayan, bıktıran, ne çare ki bir türlü vazgeçilemeyen o “huysuz ve tatlı kadını” sever gibi seveceksiniz.
Ayran gönüllüyseniz, zoru görünce “Haydi bana eyvallah...” diyenlerdensiniz böyle bir aşkı yaşamanızın kesinlikle mümkünü yoktur.
Bu aşk için, yalnız kendinizi sevdiğinize vermeniz yetmez.
Varlığınızı, benliğinizi sevdiğinizin sevdikleriyle de paylaşmanız gerekir. Huysuz ve tatlı kadını seviyorsanız, onun mutlu olmasını istiyorsanız ve o da istiyorsa uzak yakın akrabaları ile bütün sülâlesini birlikte ve de iki yüzlülük etmeden, numara yapmadan samimiyetle seveceksiniz.
Bir şehri sevdiğinizi söylüyorsanız, işte aynen böyle kendinizi vererek, yalnız herkesçe kabul edilmiş güzellikleriyle değil, kıyıda köşede kalmış mahalleleriyle, sakinleri dışında hiç kimsenin geçmek istemediği karanlık ve her an başınıza bir şey gelebilecek sokaklarıyla, taşıyla toprağıyla, ayırımsız bütün insanlarıyla, sevmek mecburiyetindesiniz.
İşte ben İzmir’i böyle seviyorum.
Yani olduğu gibi seviyorum.
* * *
Yalnız Pasaport’u, Kordon’u, Alsancak’ı, Kıbrıs Şehitleri’ni değil, İşçiler Caddesi’ni, Vezirköprü’yü, Kadifekale’yi, Gediz Mahallesi’ni, Yenişehir’i, Bit Pazarı’nı, Basmane’yi, Dönertaş’ı da seviyorum.
Kavacık’ı, Kaynaklar’ı, Bornova’yı, Karagöl’ü, Çiçekli Köy’ü, Pınarbaşı’nı, Bostanlı’yı, Altındağ’ı, Çamdibi’ni, Yeşilyurt’u, Karabağlar’ı, Dokuz Çeşmeler’i, Kahramanlar’ı, Tenekeli Mahalle’yi, aklınıza şehrin neresi geliyorsa orayı, istisnasız her yerini, her köşe bucağını, aynı muhabbetle ve aynı şiddetli aşkla seviyorum...
Size yalan gelebilir ama, ben İzmir Deri Sanayicileri Organize Sanayi Bölgesi’ndeki kokuya bile sırf İzmir’e ait diye hiç gocunmadan katlanabilirim.
Huysuz ve tatlı kadının bütün sülâlesine katlanmak gibi yani.
Körfez temizlenmeden, önce Bayraklı’dan başlayarak Güzelyalı’ya kadar bütün kıyıyı bayıltan kokuyu bile parfüm gibi düşünüp “İzmir Geceleri” adını takmıştım ben.
Şehri yaşatan, canlandıran insanları da, sırf bu şehirdeler diye, sırf İzmir’de yaşıyorlar diye ayırımsız, istisnasız seviyorum.
Yaz gelince kapılarının önüne çubuklu pijamayla oturup serinlemeye çalışanları, otobüs duraklarında saatlerce bekleyen insanları, sokak pilavcılarını, midyecileri, her fuar açılışında oluk oluk fuara koşturanları, davul-dümbelek, tencere-tava şakırdatıp göbek çalkalayarak Hıdırellez’i coşkuyla kutlayan, İzmir Romanlarını ve “Valla bütün yaz Çeşme’deydik bilâder” muhabbeti yapan “Beyaz İzmirlileri” de seviyorum.
Kim varsa, kim bu şehirde yaşıyorsa, hepsini, ama istinasız hepsini seviyorum.
Bu şehri sevdiğimi, şiddetli bir aşkla sevdiğimi söylemekten de hiç gocunmuyorum.
Bu şehri sevmek kimsenin tekelinde değil elbette.
“İzmir’in denizi kız, kızı deniz...
Sokakları hem kız, hem deniz kokar...” diyen Şair Cahit Külebi kadar İzmir’i sevmek herkesin hakkıdır.
Victor Hugo İzmir sevgisini “İzmir Prensestir” diyerek dile getirmiş.
Ben ayrı telden çalıyorum.
Aklıma geldikçe “Seni seviyorum gâvur İzmir, aptal İzmir” diyorum.
Prensesin beni anladığını biliyorum.
* * *
Bu yazının ön sözü vardı.
Son sözü de şu:
İzmir, senin uğruna beni dolandıran adamı da seviyorum.
Malûm ya; “Aşk başa gelince, akıl tatile çıkarmış...”
PAZAR ŞAKALARI
Kaydım kasette
Kemal Kılıçdaroğlu ile Deniz Baykal bir araya gelmişler.
Karşılıklı hal hatır sorduktan sonra Kemal Bey, dertli dertli Baykal’a sormuş: “Efendim ben oy kullanamadım, kaydım silinmiş ne yapabilirim?”
Baykal: “Henüz acemisin, bundan böyle işini sağlama alacaksın. Bak benim kaydımı silebiliyorlar mı?
Benim kaydım, artık emin ellerde. Kasete almışlar, kasetim herkesin ellerinde dolaşıyor, silinmesi mümkün değil. Sana bir büyüğün olarak tavsiyem, kaydını kasete aldıracaksın!...”
Obama Mevlana’ya küstü
Bu aralar sanal ortamda en favori fıkra; “Mevlana, Tayyip’i görmüş ‘sen gelme’ demiş...”
Bu olayı gerçek zanneden ve Hz. Mevlana’yı bilmeyen Hüseyin Barak, yani Obama, duruma çok üzülmüş ve “Tayyip kardeşime böyle davranılması bizi çok üzmüştür, söyleyin o Mevlana’ya, bu durumu düzeltip ‘Tayyip sen de gel’ desin yoksa kendisine İran gibi ekonomik ambargo uygularım feleği şaşar” demiş.
Tam bu sırada derinlerden gelen bir sesle, White House’nin (Beyaz Saray) camları çatırdamış; “Sen de gelme Hüseyinnn!..