Asya’da maymun yakalamak icin kullanilan bir çeşit tuzak vardır.
Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır.
Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur.. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir.
Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz.
Aslında bu maymunun tutsak eden hiçbir sey yoktur. Onu sadece, kendi bağımsızlığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır.
Ama zihninde aç gözlülüğü o kadar güçlüdür ki, bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.
* * *
Ben, maymuna benzer yanımız olarak sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark etmediğimizi düşünüyorum:
- Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadıgımız son model cep telefonlarına sahip olmak,
- Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 20-30 kat büyük evlere sahip olmak,
- Belki bir kez giydikten sonra çok uzun süre dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak,
- Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak,
- Bize zamanı, başkalarına sürekli zenginliğimizi gösteren lüks kol saatlerine sahip olmak,
- Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak, tabiri caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakın bir yazlığa sahip olmak,
- Sağlığımıza, düzenimize, beynimize korkunç zararlar verse bile, envai çeşit içkilerin bulunduğu gösterişli, dekoratif bir mini bara sahip olmak,
Ya da sahip olduğumuzu sanmak...
O maymun gibi avucumuzda tuttuğunuz sürece (faydalanamasak bile) sahip olduğumuzu sanmıyor muyuz?
Oysa herkes şunu bilmeli;
Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz.
Ah bir de bunu anlayabilsek...
FIKRA
NİL NEHRİ
Mısır’a gezmeye giden Temel ile Dursun‘un kayığı Nil Nehri’nde batar.
Tabii hünerlerini ortaya koymanın tam zamanı gelmiştir. Şampiyonlar gibi yüzmeye başlarlar. Bir ara Temel, kocaman bir nesnenin kendilerine doğru geldiğini görür.
Dev bir timsah iştahla onlara doğru yüzmektedir. Temel keyifle bağırır,
“Ula Dursun, işe bak, adamların kurtarma gemileri bile Lacoste!
SIRAYA GEÇ...
Adam işe giderken çok ilginç bir cenaze kafilesi görür. Uzun süre izler.
Köpekli bir adam önde, arkasında tabut, onun arkasında bir tabut daha.
Onları takip eden 200’e yakın adam tek sıra.
Adam dayanamaz en önde yürüyen köpekli adama yaklaşır ve sorar:
“Affedersiniz; biliyorum çok zamansız ama bu ölenler neyiniz oluyor.”
- Öndeki karım, arkadaki kaynanam.
- Vah vah başınız sağolsun, nasıl oldu?
- Köpeğim karıma saldırmış öldürmüş. Kaynanam ona yardım edince onu da...
- Beyefendi köpeğinizi ödünç alabilirmiyim?
- Lütfen sıraya geç...
BAKIŞ
Paylaşmak
Paylaşmayı unuttuk,
Benim olsun diyoruz hep...
Ama eskiden böyle miydi?
Evinizde bir kap yemek yapardınız.
Fakat sofranızda beş kap yemek olurdu. Diğer dört kap size tattırılmak üzere dört komşudan gelirdi.
Herkesin çamaşırı ortak avluda asılır, çocuklar ortak büyütülür, ablalar, ağabeyler mahallenin bütün çocuklarının öğretmeni olurlardı...
* * *
Peki, şimdi böyle mi?
Aynı apartmanda oturanlar bir kat üstünde oturanın kim olduğunu bilmiyorlar. Sokakta tökezleyen bir yaşlının koluna girip onu biraz yürütecek kimse bulunamıyor.
Mahalle diye bir şey kalmadı.
“Ne hastayı, ne yoksulu, ne muhtacı...” kimse tanımıyor.
Herkesin mazereti aynı:
“Hayat gailesi...”
“Herkesin kendine göre derdi var...”
Bunların hepsi Büyükşehir Hastalıkları...
* * *
Anadolu, hâlâ gelenekleri sürdürüyor. Ama ne zamana kadar?
Bizi birbirimize bağlayan çimento çatlıyor. Yapmamız gereken; çocuklarımızı eğitirken gelenekleri, insanı sevmeyi ve büyüğe saygı göstermeyi öğretmek olmalı.
Artık hiçbir büyük şehrin taşı toprağı altın değil.
Altın olan, insanın kendine ve topluma olan sevgi ve saygısı...
* * *
Erkek kardeşlerin ikisi de babaların-dan kalma çiftlikte çalışırlardı.
Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekârdı.
İki kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi.
Günün birinde bekâr kardeş kendi kendine: “Eşit bölüşmemiz hiç de hakça değil” dedi, “Ben yalnızım ve pek fazla gereksinimim yok.” Böylelikle, her gece bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin deposuna götürmeye başladı.
Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine: “Bu paylaşım hakça değil,
Ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var. Yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman kim bakacak” diyordu.
Evli olan kardeş de bir çuval tahılı kardeşinin deposuna götürmeye başladı.
İki erkek de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar. Çünkü ikisinin de deposundaki miktar değişmiyordu.
Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken karşılaştılar.
O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.
İşte, paylaşmak buydu...
ERTAN ÜLKÜ ertanulku@hotmail.com.
BAKIŞ SÖZÜ
Hayattaki en yüce mutluluk, paylaşmayı bilmektir
Anonim