Her seçim bir yenilenmedir; önceki gece ister Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimi kazanmış olsaydı, ister Sayın Kılıçdaroğlu kazansaydı, bu değişmeyecekti; biz Türkiye olarak tarih ve sosyolojimizde yeni bir sayfa açmış olacaktık. Bu yenilenmenin yönü, boyutu ve ağırlığı iki hafta ertelenmiş oldu.
Evet, her seçim bir yenilenmedir; ama devlet denen şey de seçimden seçime yeniden kurulmaz. Devletin bir devamlılığı vardır. Bu iki haftalık kesinti, hepimiz için, bir yeniden nefis muhasebesi, yenilenme ve devam fikirlerini ülkemizin geçmişi ve geleceğini göz önünde tutarak tekrar irdeleme imkânıdır. Ben burada bu muhasebenin bir boyutunu, devletin devamlılığı perspektifini ele almak istiyorum.
Devlet dediğimiz zaman, kafamızda Cumhuriyet kurucularının devlet kavramını hatırlamamız; Cumhuriyetimizi 500 yıllık bir geçmişe oturtmamız gerekir. Bu ise akla hemen ulusun bekası, ülkenin dokunulmazlığı kavramını getirir.
Bir yazar yazıyor: “Türk-Rus ilişkileri kimsenin babasının malı değildir!” Gerçi yazı, benim tahmin ettiğim gibi bir sonuca ulaşmıyor, ama bu başlık, sonsuzdan gelen ve sonsuzluğa uzanan bir devlet kavramına, onun siyasal yapılarına, ilişkilerine işaret ediyor.
NATO da AB de Rusya veya ABD veya (mesela Libya) ile ilişkiler de bugünkü 85 milyonun, yarınki 100 milyonların refahı ve güvenliği için birer “araçtır.” Araçlar, onları kullanan kişilerin onlara verdiği önem ve anlam ne kadar farklı olsa da asli unsur değildir; ama yine de hiçbir hükümet, cumhurbaşkanı veya başbakan bu araçları “babasının malı” sayamaz.
Bu ülkede hiç kimse İttihat ve Terakki ekibi ve Cumhuriyet’in kurucuları kadar araç-amaç değişikliği yapmadı; ama onlar bile yönettikleri ülkenin 500 yıllık geçmişini ve sonsuza uzanan geleceğini görmezden gelmediler.
Demokratik ülkelerde seçim kampanyalarında, kavgaların, insan doğasındaki aşırılıkları ortaya çıkartması gibi, siyasetçilerin kendilerini rakiplerinden ayrıştırabilmek için bazen çok aşırı ifadeler kullandıklarına tanık oluruz. Nitekim Ramazan Bayramı’ndan bu yana neler duymadık ki! Bir siyasetçi Kıbrıs’ı “vermekten” bile söz etti!
Oysa ortada bir “Yeni Türkiye” gerçeği vardır ve bu gerçeğin ortaya çıkmasında emeği geçenler dahi onun gereklerine uygun davranmaktan vazgeçemezler. Bu Türkiye bir dünya markasıdır; bu kazanımı ile Türkiye, BM kararı olmayan bir ABD+AB kararı ile Rusya’ya yaptırım uygulanmasına katılmak zorunda olmayan bir ülkedir. Kimse Türkiye’yi çıkarlarının gerektirmediği bir ilişkiye itemez.
Bu niteliği ile ülke, Irak, İran, Suriye ve Türkiye’deki Kürtlerin birleşerek müstakil bir devlet kurmasına karşı alternatif üretebilir; dayatılan oyun kurallarını reddedebilir. Bu hakkından kaçınması, Türkiye’nin mahvına sebep olur.
Anadolu ve Trakya’daki üniter devletimiz, Osmanlı’nın kelimenin tam anlamıyla son nefesinde aldığı ve Mustafa Kemal ile arkadaşlarının Cumhuriyet’in ilk nefesi olarak benimsedikleri Misak-ı Milli’nin hayat bulmuş şeklidir. Bunu tehlikeye atacak bir “yenilik,” halktan, ona tam anlamıyla anlatılarak yetki alınmış bir siyasal irade olamaz.
Önceki gece tecelli eden milli iradeyi bu pencereden görmek ve kendimize sağladığımız bu yeniden muhasebe imkânını fırsat bilmek yararımıza olacaktır.