Gizli hazinelerimiz mağaralar, kaçak kazılar yüzünden tahrip ediliyor; oysa mağara ortamındaki en küçük değişikliğin ne gibi acı sonuçlar doğurduğunu Kovid-19 salgınıyla yaşıyoruz
Aslında her şey bir mağarada başladı. Son bir yıldır içinden geçtiğimiz korku tüneli, bir yarasanın mağarasından çıkıp, pangolini ısırmasıyla oluştu. Sonrası zaten malum; tarihin en sarsıcı salgını… Yarasaların yaşam alanı mağaralar, hem medeniyetimiz hem de mikroorganizmalar açısından oldukça hassas dengeye sahip yapılardır. Dış ortamdan izole olmaları, eşsiz nem, sıcaklık ve PH dengesi, mağaralarda hiç gün ışığına çıkmamış mikroorganizmaların var olmasını sağlıyor. O organizmalar da bazen hastalıklara yol açıyor bazen de amansız hastalıkların çaresi olabiliyor. İşte bu yüzden o hassas ekosistem, bilim insanları için âdeta bir vaha.
Yeni canlı türleri
Türkiye ise bu vahaların binlercesini barındıran bir cennet. İrili ufaklı 40 binden fazla mağara bulunduğu tahmin edilen ülkemizde, keşfedilmeyi bekleyen binlerce mağara var. Keşfedilenlerde de potansiyel mikroorganizmalar için titiz bir çalışma yürütülüyor. Hatta yakın zamanda keşfedilen 64 mağarada 20’ye yakın yeni canlı türüne dair bazı ön bulgular gerçekleşmiş. Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü, tespit edilen yeni mağaralara önce bilim insanlarının girmesini sağlıyor. Jeologlar, biyologlar, memeli ve omurgalı uzmanları o ekosistemdeki biyoçeşitliliğe dair emareler toplayıp, raporlarını hazırladıktan sonra o mağara; A, B veya C grubu tabiat varlığı olarak tescil ediliyor. A grubu mağaralara insan girişi yasak. Orası artık bilim havuzu. Özellikle yarasaların insan etkisinden korunması hedefleniyor. Çünkü çok hassaslar. İnsan sesi hatta nefesindeki karbondioksitten bile etkilenebiliyorlar.
Yarasalar olmasa!
“Aman canım etkilenirlerse etkilensinler, bize ne” diyemezsiniz; zira zararlı böcek ve sineklerin doğal kontrolü onların elinde. Bir yarasa gecede ortalama 5-6 bin sivrisinek yiyor. Onlar olmasa tarım zararlılarıyla baş etmek pek mümkün olmazdı. Hatta bugün 80’e yakın ilaç da hayatımıza girmezdi. Bu yüzden keşfedilen birçok mağara, turizme açılmadan yarasalara bırakılıyor. Türkiye’de böyle çok sayıda mağara var.
Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı “Türkiye’nin Gizli Hazineleri Mağaralar” kitabında da, doğa harikası birçok yapının, aslında yarasa kolonilerinin evi olduğunu görüyoruz. Hatta yarasaların yaşam alanını korumak için Milas’taki İncirliin Mağarası’nın sadece bir bölümü ziyarete açılmış. Burdur’daki Seferyiğiti Mağarası da alt galerilerindeki yarasa popülasyonu dolayısıyla bilim dünyasında “Yarasa mağarası” olarak anılıyor. Yine, Erzurum’daki Elmalı ve Kivi Mağarası’nda, Düzce’deki Sarıkaya’da da yarasa kolonilerinin yaşadığını söylüyor çalışma bize.
Eşsiz güzellikler
Tabii kitapta, Türkiye’deki mağaralara dair eşsiz güzellikler de göze çarpıyor. Deniz altında galerileri bulunan, galerilerine ancak dalış yapılarak ulaşılabilen, uzunluğu henüz belirlenemeyen, türlü efsaneler ve inanışlar barındıran, havuz gibi göllere sahip, çağlar öncesi yaşama dair arkeolojik izler taşıyan çok sayıda mağara, kitapta fotoğrafları eşliğinde tanıtılıyor. Eserin her sayfası yaşadığımız coğrafyanın doğal zenginliğinin âdeta bir kanıtı.
Tabii bu zenginliğin farkına varıp korumak da ancak bilinçle mümkün. Birçok mağaranın başta kaçak kazılar olmak üzere çeşitli nedenlerle tahribata uğratıldığını biliyoruz.
Mağara ortamındaki en küçük değişikliğin dahi nasıl sonuçlara gebe olabildiğini Kovid-19 salgınıyla yaşıyorken, asıl hazinenin hem kendimizin hem de doğanın sağlığı olduğunu ıskalamamak gerek.