Yer: Kumbahçe sahili. Bodrum Kalesi’ne nazır, enfes bir manzara. Günbatımı sahne almak için yavaş yavaş hazırlanmakta. Denize sıfır konumlandırılmış portatif bir masa. Masanın etrafında dört adet portatif sandalye. Sandalyelere kurulmuş, 45-50 yaşlarında dört bey. Buraya kadar sorun yok, ama bundan sonrası fe-la-ket, re-za-let ve ce-ha-let. Bu dört kendini bilmez bireyden biri, elinde telefon tepesinde dikilip kulağının içine klarnet üfleyen (ki bu günlerde korona üflüyor olma olasılığı oldukça yüksek) sokak çalgıcısıyla aynı kadrajda görüntülü konuşma yapıyor. Bir diğeri, dizinin dibindeki kanuncunun kanununun tellerini parmaklıyor. Üçüncü kişi, çaprazında oturan dördüncü arkadaşla avaz avaz ve tükürük saça saça şarkılar söylüyor. Normal şartlar altında bile hiç sempatik olmayan bu darmadağın görüntü, pandemi günlerinde insanı çileden çıkarmaya yetiyor. Evet hepimiz çok sıkıldık, evet hepimiz zaman zaman tuhaf şeyler yapıyoruz, ama bu kadar abartıp bu derece akıldan yoksun olmak pes dedirtiyor.
Yer: Bitez sahili. Orta yaş ve bir tık üzeri kadınlı erkekli, 8-10 kişilik bir grup. Görüntü, aynı Amerikan filmlerindeki gibi toplu terapi seans çemberi. Sosyal mesafe, maske falan yalan olmuş, herkes dirsek dirseğe oturuyor. Ellerinde içecekleri, suratlarda tebessüm; keyifleri yerinde. Normal şartlar altında “Ne hoş bir grup, ne güzel bir sevgi çemberi, belli ki arkadaşlık ve dostluk başrolde” diyeceğimiz bu sahneye pandemi şartlarında “Başrolde akıl tutulması” diyoruz maalesef. Evet ya, resmen akıl tutulması! Niye hâlâ dip dibe girersiniz, bakın vakalar ışık hızına ulaşmak üzere.
Yer: Bodrum Cruise Port-Labranda TMT Otel arası. Cıvıl cıvıl sesler geliyor. Genç sesler... Gülüşmeler, koşuşmalar, biraz itişme, hafif bağrış çağrış. Güzel güzel kızlar, delikanlı erkekler. Gözlerinin içi gülüyor hepsinin. Tam “Aman Allahım, ne olur şu Kovid denen haydut da kıyıdan köşeden bu sahnelere gülüyor olmasın” diyordum ki, elini sıvazlayarak kahkaha attığını görür gibi oldum. Sahne şöyle: Az önce şurda eğlenen (sosyal mesafe ve maske yok) ve maalesef hayatlarının baharında böyle bir salgına şahit olma gibi bir talihsizlik yaşayan bu 20-25 genç, arkası açık bir kamyonete istiflendi ve şen şakrak dolaşım başladı. Açık havada seyahat ediyor olmalarının, Kovid’in işini zorlaştırdığını umuyorum.
Eminim, hepinizin şahit olduğu trajikomik sahneler vardır. Ve işte şimdi bize bu sahneleri yaşatanlara, bu işi ciddiye almayanlara, inanmayanlara, tedbir almayanlara, tedbir alıyormuş gibi yapanlara, gerçekleri saklayanlara, insan sağlığını hiçe sayanlara selam olsun.
408 saat
17 gün, tam tamına 408 saat kapanma. Dile kolay... Ama yapacak başka bir şey yok! “Bu karar keşke daha önce verilseydi” demek, kocaman bir boşluk. Ya içinde bulunduğumuz zaman diliminin durumundan ya da bu zaman dilimindeki duruşumuzdan değil de, geçmişten dem vurarak, keşkelerle ördüğümüz bir yaşam içerisinde olmanın dayanılmaz ağırlığı.
Keşkeler bazen çarpılıp çıkılmış bir kapıda, bazen yazılıp yollanmamış bir mektupta, bazen vakit varken öpülmemiş bir elde, bazen göz yumulmuş bir haksızlıkta, bazen sevdiğinin gözlerinin içine bakarken söylenememiş seni seviyorum sözünde ve bazen de dilinin ucuna gelip ertelenmiş bir sözde tutsak kalabiliyor.
Ah şu keşkeler olmasa, olduğunda can yakmasa...
Yeri gelmişken çok sevdiğim bir ‘keşke’ hikâyesi paylaşmak isterim sizlerle...
Kırlangıcın biri, bir gün bir adama âşık olmuş, her gün pencerenin önüne gelip onu izlemeye başlamış. Bir gün bütün cesaretini toplayarak, adama uzun zamandır onu izlediğini söyleyip aşkını ilan etmiş; ve “Ne olur beni içeri al” diye yalvarmış. Adam, “Saçmalama, sen bir kuşsun, ben ise insanım. Durduk yere sen de nereden çıktın” diyerek kuşu içeri almamış ve kovalayıvermiş. Birkaç gün sonra kırlangıç tekrar pencerenin önüne gelerek “Tamam, seni asla rahatsız etmeyeceğim. Sadece iyi dost olalım, ne olur beni içeri al” demiş. Fakat adam, kuşun bu teklifini de kabul etmemiş. Kırlangıç, bir süre sonra tekrar gelmiş, “Bak hava çok soğuk, lütfen beni içeri al, yoksa donacağım” diye seslenmiş. Son bir kez daha gelip “Beni içeri almazsan sıcak ülkelere göç etmek zorunda kalacağım. Lütfen beni içeri al” diye ısrar etmiş. Adam, kırlangıcı yine içeri almamış. Uzun bir süre kırlangıcı görmeyen adam, büyük bir pişmanlık ve merak eşliğinde, harıl harıl kırlangıcı aramaya başlamış. Herkeslere sormuş, soruşturmuş. Bilen, gören yok. Sonunda bilge bir kişiye gitmiş ve bilgeden kırlangıçların ömürlerinin 6 ay olduğunu öğrenmiş. Adam, büyük bir üzüntüyle, “Keşke o tatlı kırlangıcı içeri alsaydım” demiş, ama olan olmuş, giden gitmiş...
“Keşke dışarıya çıkmasaydım. Bunlar başıma gelmezdi” demeyeceğimiz, ‘keşkesiz’ bir hayat diliyorum.