Yaşadığımız hayatı kulvarlarla bölünmüş dev bir havuza benzetiyorum. Adını bile koydum bu havuzun “ömür havuzu”. İyi-kötü her türlü sürprize gebe havuza atılıp, debelenmeye başladığımız saat, dakika, saniye ve hatta saliseler bile belli.
“Başlangıç noktası” kayıt altında! Bir “bitiş noktası” da var malumunuz. Ama bitiş noktasına ne zaman varılır işte o meçhul. Kayıtlara geçecek bir durum olmadığı her güne de koca bir şükür. Yaşam vadesinin ne zaman biteceğini kimse bilemez. Vade bir gün dolacaktır elbet. Ama maarif takvimi değil ki altında “Bugün senin bu hayattaki son günün” diye ufak bir uyarı notu yazsın. Yaşam, her canlının eline sadece bir kez tutuşturulur ve ne zaman alınacağı asla söylenmez. Bu yüzden her gün son günmüş gibi yaşanmalı ve yaşamın tek bir katresi bile heba edilmemelidir. Steve Jobs bir konuşmasında, “Her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları ölüm karşısında değerini yitirir. Kaybedecek bir şey olduğu düşüncesini yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. Zaten çıplak ve savunmasızsın, yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir sebep yok” demiş. Pek de doğru söylemiş. Ancak yaşam denilen sistemin içinde Jobs’un dile getirmediği ve yaşam sisteminin ritmini bozan irili ufaklı çok daha fazla parametre var. Bunlara duyarsız kalmak, İçinden çürük olanı seçip, ağrı sızı yapmadan bir kenara ayırma yetisine sahip olmak ve ondan hep uzak kalmayı başarmak marifet ister. Mümkün gibi de durmuyor zaten. Başımıza gelen her sevimsiz hal sonrası “Bir daha mı, bu son arkadaş” deriz demesine ama tekrarı muhtemeldir. Ders almak, aldığın dersi uygulamak/uygulayabilmek, yaşam yolunda aldığın/alacağın darbelerin daha az can yakmasına yardımcıdır elbet ama illa bir kez canın yanacak. Yaşanmışlık değil mi insanı olgunlaştıran? Olgunluk değil mi yaşananları/yaşanacakları yumuşatan?
Havuz her zaman durgun değildir. Kimi zaman kabarır, dalgalar coşar ve oradan oraya sürükler insanı. Yıpratır, yorar, yaralar. Sonra bir bakarsın hiç de istemediğin kulvarlarda yüzmeye mecbur kalmışsın. Bir sıkıntı, bir karamsarlık, bir bıkkınlık hali ele geçiriverir tüm benliğini. İçinde fokurdayan lavları kusmak istersin. Kusup rahatlamak, yeni bir başlangıca daha sağlıklı başlamak için gereken enerjiye yeniden sahip olmak. İşte bu tür durumlarda insanın ihtiyaç duyduğu en doğal davranış şekli dertleşmektir... Dertleşebileceğin gerçek dostların varsa uçan halıya binip sakin kulvarlara geçebilmeni sağlayacak gücün de geri gelir, takatin de!
Gerçek dost kimdir?
Hayatta en az bir dostu olmalı insanın. O dost yüreği gibi olmalı; hiç ayrılmayacağı. Değer görmelidir dosttan. Değer vermelidir dosta. Gerçek dostluk öyle kolay kolay kazanılacak bir durum değildir. Emek ister.! Hayat yolunda kapılabileceğin girdaplarda, seni yutmaya çalışacak hortumlarda, oradan oraya savurabilecek fırtınalarda, koyuna sığınabileceği, iskelesine demirleyebileceği bir dostu olmalı insanın.
En zor anlarında aslanlar gibi arkanda duracak, destek olacak bir dost. Vefa olmalıdır dostluklarda. Güvenebileceği bir dostu olmalı insanın. Üzüntülerini, kederlerini, korkularını, hatta sırlarını hiç tereddüt etmeden bir solukta anlatabileceği bir dost. Dost dediğin sevgisini, gözlerindeki ışıltıyı, kalbinin hassaslığını, yüzündeki tebessümü, sana verdiği, senden gördüğü değeri hissettirmelidir. Eller kilitlenmeli, gönüller kenetlenmelidir gerçek dostla.
Sen ağladığında ağlamamalı, güldürmeli. Sen düştüğünde düşmemeli, el uzatmalı. Yüzünde hayatın izi, anlında yaşamın çizgisi, gözlerinde umut ve sadakat olmalı. Aklıselim davranmalı, sabırlı olmayı bilmeli, yerine göre temkinli hareket etmeli. Her koşulda gerçeği söylemelidir kırmadan.
Yalansız, dolansız, hilesiz kucak açan bir dostu olmalı insanın. Ufak hesaplar yapmayan,
hataları hesaba katmayan bir dost.
Şükretmelidir insan sahip olduğu dostlara, dostluklara…