Şöyle kıymalı bir börek olsa; üstünde dumanı tüten, çıtır çıtır... Yanında da köpüklü bir ayran. Peynirli de olur; ama yanında çilek reçeli de olsun. Biraz tatlı, biraz tuzlu; bayılırım. Acaba pişi mi olsa? Ekmek balığı da olur. Hani kurumaya yüz tutmuş ekmek dilimleri yumurtaya bulanıp kızartılır ya, işte ondan. Üzerine biraz bal ve yine yanında mutlaka peynir. Patatesli gözleme de fena fikir değil. Hayaller böyle ama gerçekler bambaşka!
Son dönemlerin en büyük trendi, glütensiz beslenmek. Yıllardır sofralarımızda olan, glüten içeren besinler, beslenme planından çıkarılıyor.
Glüten; buğdayın içinde yer alan ve un özdeğerlerini en fazla içeren protein grubu. Hamurişlerinde kabarmayı sağlayan bir protein. Hamur yoğruldukça glüten proteini ortaya çıkıyor; açığa çıkan glüten hem hamura elastikiyet kazandırıyor hem de mayalardan üretilen karbondioksitin dışarı çıkmasını engelleyerek hamurun kabarmasını sağlıyor. Gel beni ye diyen pufidik pufidik ekmeklerin, poğaçaların esas mimarı işte bu glüten.
Glüten, yapıştırıcı ve nem tutucu özelliğinden sebep, diğer besinlerle birlikte konuk sanatçı olarak da varlığını sürdürüyor. Yaz sıcağında keyifle içtiğimiz birada, hepimizin sevgilisi olan dondurmada, paketlenmiş ve işlenmiş kuruyemişlerde rol alabiliyor. Hal böyle olunca vücudumuza aldığımız glüten miktarı katlanarak artıyor ve bunun sonucu olarak da, etrafımızda hazımsızlık, gaz, sindirim güçlüğü, karında aşırı şişme gibi sorunlardan mustarip insan sayısının çoğaldığına şahit oluyoruz.
Yapılan çalışmalar, glütenin incebağırsak bakteri florasına zarar verdiğini göstermiş.
Uzmanlar, “Çölyak hastalığınız yoksa glüteni tamamen kesmek yerine, glüten içeren besinlerde kısıtlama yapmanız size yarar sağlayacaktır” diyor.
“Benim ninem böreksiz durmazdı, dedem her öğün yarım somun ekmek yerdi” tarzında konuşmalar yapıp bu tezi çürütme çabası da artık işe yaramıyor. Zira buğday, yulaf ve çavdarın erken biçimleri, günümüz tahıllarıyla karşılaştırılamaz bir hal aldı. Genetiği değiştirilmiş organizmaların ve GDO içeren ürünlerin üretimi ve dağıtımı, dünyada ve dolayısıyla ülkemizde zamana bağlı olarak arttı. Mikroorganizmalarda, bitkilerde ve hayvanlarda yapılan genetik modifikasyonlarla elde edilen kazanımlar, her şeyin önüne geçti.
Bir organizmaya başka bir organizmadan doğal yoldan aktarılamayan bir özelliğin gen mühendisliği teknikleri kullanılarak aktarılması, gen transferi, elde edilen ürün de genetiği değiştirilmiş organizma, kısaca GDO olarak adlandırılıyor.
İnsanın bilerek ve isteyerek bir başka insanın hayatına kastetme biçimi bu GDO! Ben daha çok kazanayım ve fakat sen daha çok hastalan.
Ata mirası tohumlar
Şimdi bu noktada ata tohumunun önemi bir kez daha devreye giriyor.
Yerel tohum ya da yerli tohum olarak da bilinen ata tohumu, atalarımızın geçmişte kullandığı ve herhangi bir işleme maruz kalmadan, yıllar önceki haliyle kalmış doğal tohumdur. Yüzyıllardır Anadolu’da kullanılan ve genetiğiyle hiç oynanmamış olan bu tohumlardan elde edilen sebze ve meyvelerin tohumları alınarak bir sonraki sezonun ekimi için çoğaltılıyor ve ancak bu döngü sayesinde varlığını koruyarak gelecek nesillere bozulmamış şekilde ulaşabiliyor.
Geçen Şubat ayında Bodrum’da tohum takas şenliği vardı. Bodrum Belediyesi-Bodrum Tohum Derneği iş birliğiyle düzenlenen bu organizasyonda, Muğla’nın bazı ilçelerinin yanı sıra çevre illerden gelen katılımcılar, yüzlerce yıllık tohumları karşılıklı takas yöntemiyle değiştirdi.
Türkiye’nin 5. tohum merkezi olan ve Bodrum Belediye Başkanı Ahmet Aras’ın destekleriyle kurulan derneğin başkanlık görevini yürüten Ercan Arıkan, şenliğin açılış konuşmasında hedeflerinin, ülkemizde kaybolmaya yüz tutmuş yerel meyve ve sebze ile endemik tohumların gelecek nesillere aktarılması ve hayvan ırklarının kaybolmaması için çalışmak, ekolojik yöntemlerle elde edilmiş ürünleri ve küçük üreticileri desteklemek olduğunu söyledi. Dernek ayrıca, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan mutfak kültürü ve yeme içme alışkanlıklarımızı korumak için de çalışmalar yapıyor.
Dilerim, bu ve buna benzer girişimler sayesinde yerel meyve ve sebze çeşitleriyle endemik tohumlar gelecek nesillere sorunsuzca aktarılabilir.
Cesur yürekli minikler
Bodrum Uluslararası Optimist Yarışları’nın 10’uncusu yapıldı, 20 ülkeden 312 sporcu katıldı. Altı gün süren yarışlar, bugün yapılacak olan ödül töreniyle sona erecek. Paşa Tarlası sahili 7-15 yaş arası yarışmacıların cıvıltıları sayesinde başka bir boyuta geçti. Cesur yürekli küçük yelkencilerin, denizin ortasında rüzgâr ve dalgalarla olan mücadelelerini izlemek, onların heyecanına ortak olmak pek keyifliydi doğrusu.
Yelken sporu, yediden yetmişe her yaşta insanın öğrenebileceği ve hayatı boyunca yapabileceği ender sporlardan biri.
Sporun, çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimini desteklediği net. Mesela yelkencilik, hızlı ve doğru karar verebilmelerine, özgüvenli olmalarına, yardımlaşma duygularının gelişmesine, doğayla dost ve deniz kültürü almış bireyler olmalarına büyük katkıda bulunuyor. Psikomotor gelişim açısından bakıldığında da dayanıklılık, kuvvet, çabukluk ve koordinasyon özelliklerinin yelken yapan çocuklarda daha iyi geliştiği görülüyor. Yelkencilik; deniz şartları sürekli değişkenlik gösterdiğinden, çocuklara değişen şartlara hızlı ayak uydurmalarını, zorluklara karşı koymalarını, limitleri zorlayarak daha iyisini, daha hızlı yapmalarını öğreten, doğal bir motivasyon aracı. Ve ayrıca yelken sporu, çocukların denizde teknelerine, yelkenlerine, çevreye ve rüzgâra sürekli odaklanmalarını gerektirdiği için, farkında olmadan, aktivite esnasında dikkat ve odaklanma özelliklerini de geliştiriyor.
***
27 Haziran-7 Temmuz tarihlerinde Bodrum’da Optimist Dünya Şampiyonası var. Şimdiden haberiniz olsun.