Yıllar önce eşimle Avusturya’da bir detoks merkezine gittik. 7 gün boyunca sadece su ve çorba olduğu iddia edilen, tuhaf bir sıvıyla beslediler bizi. İlk 2 gün, açlığın yarattığı psikolojik arızalar sebebiyle çok zor geçti. Bünye, uzun saatler hatta günler süren açlığa alışık olmadığı için, hırsını sinir sistemimizi altüst ederek almaya çalıştı. Başardı da! 3. günden itibaren enerji ivmesi şaşırtıcı bir şekilde yükselmeye ve kendimizi oldukça iyi hissetmeye başladık. Yemek yemeyi çok severim ve kocaman porsiyonları lüpp diye mideye indirme potansiyelim hayli yüksek. Ama azmettim ve dayandım. Sonuç: Yıllardır hep fazla mesai yapmak zorunda kalan, zavallı midem sanırım hayatında ilk kez rahat bir nefes aldı, bu sayede de içine sinen bir tatil yapmış oldu. Biz ise kendimizdeki değişiklikten hoşnut kalarak, mutlu ve mesut bir şekilde klinikten ayrıldık.
HHH
Bu deneyim sürecinin hafızamda kalan bir başka hikâyesi daha var. Hayatı tozpembe bir bavulun içine sıkıştırmış ve sanki tek gayesi, sadece ve sadece insanlara pamuk helva dağıtıp onları mutlu etmekmiş izlenimi veren, tonton bir amcanın hikâyesi bu... İlerlemiş yaşına ve yürürken hayli zorlanıyor olmasına rağmen, deniz mavisi gözlerinden pozitif enerji yayan, insana geleceğe dair insana umut aşılayan ve buna paralel olarak insanı mutlu eden tonton bir amcanın hikâyesi... Tıpkı ünlü Fransız yönetmen Jean-Pierre Jeunet’nin, orijinal adı Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain (Amélie Poulain’in Masalsı Kaderi) olan filminin başkahramanı, herkesi mutlu ederek mutlu olmaya çalışan, Amélie gibi...
Amcayı gördüğüm ilk günden beri kimdir, neyin nesidir, kimin fesidir diye meraklandım durdum.
***
Ben “Buraya gelmekle iyi bir şey mi yaptım acaba” diye kendimi sorgularken, bu tonton amcayla daha ilk sohbetimizde “Kendiniz için ne kadar güzel bir şey yapıyorsunuz. İnanın burası size çok iyi gelecek” dedi. Aklımdan geçeni okumuşçasına... Ve fakat kafamın içinde dans eden soruların yanıtlarını bulamamıştım hâlâ...
***
4. gün klinikte enteresan bir koşuşturma başladı. Bir baktım, bizim ihtiyar delikanlının başı oldukça kalabalık. Havuzun içinde kameralara pozlar veriyor. Prestijli bir finans dergisi röpörtaj yapmaya gelmiş. Meğer bizimki, finans sektöründeki önemli şahıslardan biriymiş. Kenarda elinde havluyla bekleyen, orta yaşın üzerinde bir hanım vardı. Kızıymış! Ve İşte beklediğim an! Günlerdir kafamı meşgul eden soruların cevabını almaya çok yaklaşmıştım. Hemen yanına gittim.
Ah bu mavi gözler meğer neler görmüş, neler yaşamış...
***
Kahramanımız, 1923 Varşova doğumlu. 2. Dünya Savaşı’nın zulüm yıllarını bizzat yaşamış; Almanların 1943 Nisan’ında Varşova gettosunu ortadan kaldırmaya karar vermesi ve yeni sürgünlerin olacağını duyurmasının hemen ardından başlayan silahlı ayaklanma esnasında kaçmayı başaran bir Yahudi vatandaşı.
Kaçışlar, korkular ve yıllar sonra İngiltere’de kurulan yeni bir hayat.
Babası için “Yaşadığı ve sonrasında birlikte yaşadığımız bunca olumsuzluğa rağmen hayata olan inancını ve bağlılığını hiç kaybetmedi. Çok zor günlerimiz oldu, çok acı çektik; ama şartlar ne olursa olsun her sabah ‘Şükürler olsun, bugün de nefes alıyoruz; her şey çok güzel olacak’ demeden güne başladığını hatırlamam” ifadelerini kullandı.
***
Pozitif düşünme sanatını en iyi şekilde icra eden bu ihtiyar delikanlı, dünya çapında hatırı sayılır bir finans şirketinin kurucusu.
Pozitif düşünme sanatı ‘olumlama’
Olumlama, “Aklınızdan ve kalbinizden geçen tüm iyi niyetlerin içten, gerçekten hissederek ve inanarak evrene söylenmesi ve evrenin de aynı iyi niyetle size geri dönüş yapacağına dair inanca yönelik olan bir düşünce tekniği” olarak tanımlanıyor.
***
Gün içinde yüzlerce farklı kelime kullanıyoruz. Birçoğunun üzerinde düşündüğümüz de söylenemez!!! Bazı kalıplar, dilimizi mesken tutmuş sanki. Mesela, “Ben çok şanssız bir insanım! Şans asla benim yüzüme gülmez! Ay, ben bunu beceremem! Yok bu iş olmaz!” Otomatiğe bağlanmış gibi ve aslen özünde negatiflik barındıran bir sürü laf. Ağzımızdan çıkan bu olumsuz laflar, sürekli tekrarlandıkça bilinçaltı tarafından kayıt altına alınıyor. Bilinçaltımız biraz saf; her söylenene inanıyor. Kendinize veya herhangi bir beklentiye yönelik ‘olumsuzluk çekirdeğini’ ellerinizle bünyeye dikmiş oluyorsunuz. Ve sonrasında, ağzınızdan çıkan olumsuz her sözcük, bu çekirdeğe can suyu oluyor, gübre oluyor. Zaman içinde dal verip budak sarıyor. Ve biz etrafımızı saran bu negatif enerji sarmalı içinde, çaresizce debelenip duruyoruz.
Hal böyleyken olumlama yapmak, negatif düşüncelerimizi dönüştürerek, hayatımızda pozitif sonuçlar yaratmak için alternatif bir seçenek. Yani pozitif olumlamayı, negatif inançlarınızın yerini alan, yaydığınız düşük frekanslı titreşimleri yükselten ve bu sayede isteğinizin realiteye dönüşmesini sağlayan silahınız olarak düşünmeyi deneyebilirsiniz.
Olumlamayı, arzuladığınız bir şeyi beyninize öğretmek ve bilinçaltınızda yeni ve yapıcı bir düşünce şablonu oluşturmaya çalışmak için çaba göstermek gibi algılamak en doğrusu.
***
Hani ta eskilerden günümüze kadar yolculuk etmiş bir deyiş vardır, “Bir şeyi 40 kere söylersen olurmuş!” Bana biraz onu çağrıştırıyor. Bir şeyi 40 kere söylediğiniz zaman gerçekleşeceğini anlatan bu inanç durumuna Antik Yunan ve Antik Hint uygarlıklarına ait edebi eserlerde dahi rastlamak mümkün. Yani bu algının, bu deyişin, nereden baksanız 3 bin yıla yakın yaşı var.
***
Unutmayın, ağızdan çıkan kelimelerin hayatımızdaki rolleri büyük.
“ŞANSSIZIM” demek yerine “ŞANSLIYIM” diyerek oluşturacağınız pozitif düşünce, bilinçaltına yerleşebilir ve iddia edildiği gibi, evrenin de o kişiyi şanslı olarak görmesini sağlayabilir. Denemek elinizde! Üstelik hiç zahmetli değil!