Güne nasıl başlarsanız o gün öyle devam eder. Diyelim ki sabah son derece zinde uyandınız; yüz kaslarınız gevşemiş, keyfiniz yerinde. Enerji tavan yapmış, batarya full gösteriyor. Ve sonrasında aniden, duymak istemediğiniz, yakınında bile bulunmayı asla tercih etmeyeceğiniz karmaşa sarmaşığı ensenizde bitivermiş. Az önce full gösteren batarya, daha gün yarılanmadan gücünü hızla kaybetmeye başlar…
Artık bu saatten sonra bir önceki faza geri dönmek biraz zor olur tabi. Ee hadi gazanız mübarek olsun! Artık pimi çekilmiş el bombası gibi gezenler kervanının bir üyesisiniz. Normal şartlarda farkına dahi varmayacağınız saçma sapan detaylar sinir sisteminizin yanmasına ve hatta gereksiz arıza çıkarmanıza sebep olur. Dış etkenleri kontrol altına almak biraz güç tabi… Nerden ne gelecek tam kestiremiyor insan. Ama yönetmeye çalışmanın yöntemleri belli; Yeter ki siz isteyin!
Bir de uyanır uyanmaz geçmişe teslim olma durumu var ki çok daha vahim. Bu tür durumlarda sabah uyanır uyanmaz zihin bir önceki gün, bir önceki hafta, bir önceki ay ve hatta yıllar öncesi olan ve ne yazık ki genelde kötü olayları hatırlamaya başlar. Olayların canlanması, duyguların canlanmasına, duyguların canlanması gününüzün kayıpla başlamasına neden olur. Aynı tencerede aynı yemek kaynar kaynar önünüze gelir. Etrafa yayılan bayat koku öyle ağırdır ki kendini stres altında hisseden bünye çaresizce alarm verir.
Kaç veya saldır! İkisi de birbirinden zararlı komutlarının kölesi oluverir insan. Araştırmalar sürekli bu stresle yaşayanların uzun vadede hem akıl ve hem de beden sağlığının ciddi tehditler altında olduğunu söylüyor.
Cemil Meriç’in dediği gibi, “Zamanı parçalayıp bölen bir zihinle sadece zamanı yani vakti yaralarsınız.”
Yaralanmış bir zamanla neyi, nereyi fethedebilir insan? Geleceği mi?
Siz gelin geçmişin geleceğinizi kemirmesine izin vermeyin.
Sizi bekleyen geleceği geçmişin içinde tutsak etmeyin; tutsak etmeyin ki, yaşam gereksiz yere avuçlarınızın içinden bir kum tanesi gibi kayıp gitmesin!
Kendi gücüne inan! Çünkü plasebo sensin!
Geçen gün arkadaşlarla her şeyi kafaya takma, her şeye endişelenme ve birçok olayın etkisinden çar çabuk kurtulamama üzerine sohbet ediyorduk.
Her daim çok sakin ve dingin gördüğüm Cenk, çocuk yaşlarda kendi kendine edindiği bir yaşam prensibinden bahsetti. İşte o günden beri bu konuyu düşünüp duruyorum. Kendimce antrenmanlar yapıyorum ama benim daha 40 fırın ekmek yemem lazım. Mevzu şöyle: Cenk Sezginsoy henüz ilkokul öğrencisiyken annesi Cenk’i ekmek alması için bakkala yolluyor. Verdiği para o günün ölçeğine göre büyük bir meblağ. Bizimki hoplaya zıplaya gidiyor bakkala. Ekmeği alıyor ama cebindeki para düşmüş. Cenk’i bir korku, bir endişe sarıveriyor ve o minik ayaklar bir süre eve geri gidemiyor. Cenk salya sümük.
Tam, “Boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı” halleri. Sonra aniden kafasında bir şimşek çakıyor. Şimşek diyor ki: “Bu olay senin hayatını bir saat sonra nasıl etkileyecek, bir ay sonra nasıl etkileyecek peki ya bir yıl sonra nasıl etkileyecek?”
Cevap: Bu olay hayatını etkilemeyecek kadar basit! Sen sadece ders alıp, aldığın dersi heybene koyacaksın… Ve o günden sonra başına gelen her olayda aynı soruları soruyor kendine. Küçük detaylarda boğulmadan büyük resme bakmayı ve büyük resimden keyif almayı mottosu haline getirmiş.
CARPE DİEM…
Çoğumuz bir şekilde duymuş olabiliriz “carpe diem”i…
Ama “anlat” deseniz her kafadan ayrı bir ses çıkar…
“Ölü Ozanlar Derneği” isimli film tanıttı bu yaşam felsefesini…
Oysa çok eski dönemlere ait bir düşünce disiplini carpe diem…
İlk defa, Latin Edebiyatı’nın önde gelen şairlerinden Horiatus bir kasidesinde dillendirmiş bu yaklaşımı…
Şöyle demiş şair…
“Carpe diem quam minimum credula postero”
Dilimize çevirirsek…
“Bir sonrakinin gelip gelmeyeceğine güvenme, günü yakala!”
En yalın haliyle “Seize the day” (Günü yakala) diyor carpe diem…
“Anı yaşa!” öğüdünü veriyor insanlığa…