15 Temmuz darbe girişiminin ardından başlatılan OHAL sürüyor.
KHK’larla yapılan işlemlere karşı açılan davaların OHAL Komisyonu’na devredilmesi kuralı bile getirildi ama o komisyon hâlâ kurulamadı.
Genel kanı; kurulabilirse çalışmalarının yıllar boyu süreceği yönünde.
Anayasa Mahkemesi başvuruları görüşmüyor.
İdari yargı yolu kapalı.
Pasaport başvurusu yapanlara, “Savcılıktan kâğıt getir” deniliyor, savcılığa gidildiğinde, “Soruşturma olup olmadığını söyleyemeyiz” matbu yazısı veriliyor.
İşe başvurulduğunda SGK kayıtlarından “İhraç edilmiştir” yazısı çıkıyor.
İşsizlik maaşı alınamıyor, sağlık hizmeti sorunlu.
AİHM kriterleri bir yana, iç hukuka uygunluk bile tartışılamıyor.
Hukuk devletini, “yargı denetimi” ile açıklayan Danıştay Başkanı ise tanımına rağmen tablonun hukuka uygun olduğunu söylüyor.
Bunları dile getirenlere, “Beter olsunlar, sürünsünler, gebersinler” korosu yanıt veriyor.
Bunun FETÖ’nün torba davalarından hiçbir farkı olmadığını, KHK’larla sadece düşünce açıklayan, kimseye zarar vermemiş, devlete sınav sorularını çalarak değil hakkıyla girmiş, himmet ödememiş binlerce insanın da bu durumda bulunduğunu, kaldı ki diğer eylemlerle suçlanan kişiler için de hak arama kanallarının açılmasının zorunluluk olduğunu söylemeniz de kâr etmiyor.
Akademisyen Nuriye Gülmen ile öğretmen Semih Özakça’nın sürdürdüğü açlık grevine biraz da bu çerçeveden bakmak gerekiyor.
***
F tipi cezaevlerine karşı 2000’de başlatılan açlık grevleri sürecinde de eylemin şekli tartışılıyordu.
Kimi eylem biçimine karşı çıkıyor, kimi açlık grevinin bitirilmesi çağrısı yapanları “saygısızlıkla” suçluyordu.
Kimi eylemdekilerin aslında beslendiğini, kimi de eyleme zorla başlatıldıklarını iddia ediyordu.
Olabileceklerin en kötüleri yaşandı.
F tipleri demokratik standartlar gözetilmeden açıldı.
“Hayata Dönüş” diye sunulan “Tufan” operasyonunda, Adli Tıp raporuna göre insanlar cezaevi çatısından yüksek dozda atılan gaz bombalarının ve yanıcı maddelerin etkisiyle yaşamlarını yitirdi.
Eylemdekiler, kelepçelenerek zorla beslendi, cezaevine döndüklerinde yeniden eyleme başladı.
2007’ye kadar tam 132 kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce kişi engelli hale geldi.
O dönem tanıştığımız Wernicke Korsakoff, uzun süreli açlığa ve bilinçsiz biçimde yapılan müdahalelere bağlı olarak ortaya çıkan, hafızayı silen, yaşamını kendi başına sürdüremez noktaya getiren bir hastalıktı.
Aileler 1-2 yıl içinde kavuşabilecekleri çocuklarını ebediyen kaybetti.
Korsakoff’a yakalananlar da eskisi gibi yaşayabilme şansını.
Türkiye, konuşarak çözebileceği sorunların bedelini, tarihe karanlık başlıklarla geçen bir süreci yaşayarak ödedi.
***
Bugünlerde, aslında dünya da açlık grevlerini tartışıyor.
İsrail cezaevlerindeki Filistinli mahkûmlar, hak ihlallerine karşı başlattıkları açlık grevinde bugün açlığın 28. günündeler.
İsrailli yetkililerin ilk yaptığı, mahkûmların yemek kokularını alabilmeleri için cezaevi önünde parti vermek olmuştu.
Medyada ise şu an eylemin öncü kadrolarının gizlice beslendikleri iddiaları var.
Kimi çevreler operasyonla eylemin sonlandırılmasını, kimi çevreler de mahkûmların ölüme terk edilmelerini dile getiriyor.
Tepkiler değişmiyor.
***
KHK ile ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen ile öğretmen Semih Özakça uzun süre Yüksel Caddesi’nde, “İşimi istiyorum” diyerek barışçıl eylemlerini sürdürdükten sonra, “Dönüşümsüz açlık grevine” başladı.
Eylemlerinin 67. günü bugün.
70 yaşındaki Kemal Gün de bir operasyonda öldürülen oğlunun cenazesini alabilmek için Tunceli’de başlattığı açlık grevi eyleminin 80. gününde.
Gün, Gülmen ve Özakça, kendilerine değil devlete, sorumlulara çağrı yapılması gerektiğini ısrarla söylüyorlar.
Eylemin sonuçlarını bildiklerini, ölmek istemediklerini, ancak geri dönüşün söz konusu olmayacağını ifade ediyorlar.
Üçünde de Korsakoff’un ön sendromları görülüyor.
Tepkiler tanıdık:
“Yemek yiyorlardır, yoksa nasıl dayanacaklar? Bunlara bir şey yapılırsa herkes açlık grevi yapar...”
Sadece oğlunun cenazesini isteyen Gün için sözler daha da sert:
“Oğlu teröristmiş, peşine niye bu kadar düşüyor?”
***
Hak savunucuları için açlık grevi, talepler ne kadar haklı olursa olsun önerilen, desteklenen bir eylem türü değil.
Birilerinin konuşmaya bile korktuğu bir ortamda, hakları için kimseye zarar vermeden hayatlarını ortaya koyan Gülmen, Özakça ve Gün’e yargılamadan, yaftalamadan, nezaketsizlikte bulunmadan, “Eylemi bırakın” çağrısı yapılması da saygısızlık değil, vicdani sorumluluk.
Çağrı yapılması, anlamamak anlamına gelmiyor.
Pek çok kişi ve grup Gülmen ve Özakça’dan eylemi bırakmalarını istedi, taleplerinin anlaşıldığını, gerekirse dönüşümlü açlık greviyle taleplerin gündemde kalmasını sağlayabileceklerini söyledi.
Çağrılar sürecektir ve sürmelidir.
Gülmen, Özakça ve Gün ise başka yol bırakılmadığı için, bir çığlık olabilmek adına bu eylemi yaptıklarını aynı nezaketle söylüyor.
Çağrılara beklenen yanıtı vermemeleri ise, “sonuçlarına katlanmaları gerektiği” anlamına gelmiyor.
Seslerinin duyulması, devletin ve yetkililerin “zor kullanmak” dışında bir bakışla harekete geçmesi gerekiyor.
Gün’ün eylemini sonlandırması için savcılık ya da valiliğin küçücük bir adım atması yeterli.
Gülmen ve Özakça ile aynı durumdaki insanların ihraç gerekçelerinin hukuki olup olmadığının incelenmesi çok kolay.
Diyalog kurulması, hak arama yollarının açılarak etkin biçimde işletilmesi kimseye bir şey kaybettirmeyecek.
Bütün toplumun kazanacağı adımları atmak mümkün.
Yok sayarak hiçbir şey yok olmuyor.
Ve hâlâ geç değil.