Ölüm kötüdür. Cezaevindeyseniz dışarıda, dışarıdaysanız cezaevinde ölüm çok daha kötüdür.
Engin Huylu, kimilerine göre “devleti tam da yıkacakken”, ceza kanununa göre ise 2 yıl yatıp çıkacakken ölüverdi Çankırı Cezaevi’nde bir gece vakti.
Başı ağrımıştı başta sadece oysa, tedavi olabilirdi “düşman” olarak kodlanmasa.
Bir ağrı kesici ile hücreye yollanmasa, kelepçeli bir ring aracıyla Ankara’ya son dakikada taşınmasa, oradan yeniden yollanmasa Çankırı’ya.
Yaşayacaktı.
2000 yılıydı, ölüverdi daha 19 yaşında.
Güler Zere, tam da ölecekken gönderildi doyasıya sarılmak istediği yakınlarının yanına.
Kanserdi ve bir “devlet düşmanının” kanser de olsa devleti yıkması muhtemeldi.
Doyasıya sarılamadan sevdiklerine, düştü toprağa, neredeyse kalmamış bedeniyle.
İçeriden duyulmuyordu sesleri ve “düşmanların” ölmesi o kadar da mühim değildi.
* * *
Kahramanmaraş Elbistan.
Bir masal diyarı gibiydi o yıllarda ilçe, sonradan sokakları kan kokan.
Yıllarca CHP’den milletvekilliği yapmış, İsmet İnönü ile birlikte partiden uzaklaşmış Hilmi Soydan, belediyenin önünde vurularak öldürüldü, tam da bir gün önce Maraş Katliamı’ndan.
5 çocuk kaldı geriye Hilmi Soydan’dan.
İkisi babasının ismini soyadı yaptı kendine.
Artık Fatih Hilmioğlu denilecekti Soydan yerine, o genç tıp öğrencisine.
“Halkıma bakacağım” dedi, Hacettepe Üniversitesi’ni bitirdiğinde.
Ankara’ya dönüş
Ağabeyi, önce “ihtisas yap” dedi, cebine harçlığını koyduğu kardeşine.
Almanya’ya gitti, 6 sene dönmedi.
Artık istediklerini yapmaya hazırdı Ankara’ya döndüğünde.
Önce Yüksek İhtisas Hastanesi’nde çalışmaya başladı. Doçentliğe kadar buradaydı.
Memleketinde çalışmak istiyordu ki, babasının hayran olduğu İnönü’nün adını taşıyan üniversitede çalışmak için fırsat geldi.
Zaten Malatya, Elbistan’ın hemen dibiydi.
Fatih Hilmioğlu, üniversiteye ait geniş arazilerin üzerinde tarım yapıldığı yıllarda gitti İnönü Üniversitesi’ne.
Seçimde ikinci sırada çıkmasına rağmen rektör atandığında başladığı ideolojik kavgalar.
Tarım yapılıp, gelirleri belli kişilere dağıtılan arazilere binalar yaptı.
Başörtülü öğrenciler ise YÖK’ün katı biçimde uygulanan kararlarından dolayı isyandaydı.
Onlarca öğrenci güldü, onlarca öğrenci ağladı.
Malatya’da da kendini gösterdi, toplumun halledilememiş kavgası.
Birileri savundu, birileri suçladı.
İnönü Üniversitesi büyüdü, birileri okuyamadı, birileri mezun oldu ve yetişti Hilmioğlu’nun iki oğlu da.
Ve artık çocuklarının “öldürülecek çağa geldikleri” yazıyordu gelen tehdit mektuplarında.
Çocuklarını ve eşini gönderip Ankara’ya, kendisi kaldı Malatya’da.
Ve o karar, cumhuriyetin “alışılmış” reflekslerini gösteren bir rektöre, cezaevinin kapılarının açılmasına yol açtı, alışılmadık günlerin sonunda.
* * *
Devletin sadece belli kesimlere gösterdiği “hukuku”, Hilmioğlu’nu emeklilik günlerinde buldu.
İddianamelere göre, kavganın en sertleştiği dönemlerde yürüyüşler yapılmasını sağlamış, “taraf” olmuştu.
Siyahla beyazın birbirine karıştığı dalgalar sonunda, darbe yapmak istediklerini söyleyenlerin büyük bölümü dışarıda, o içerideydi.
Ve bir gün, hep içeride kalmasına yol açacak o haber geldi.
Oğlunu kaybetti
O gün, yani Hilmioğlu’nun kalbinin yarısının paramparça olduğu o pazar, televizyonlar açılmıyordu cezaevinde.
Alışılmadık bir sessizlik kayıp duvarların gerisinde.
Kardeşleri akşama kadar hâkimleri evlerinden getirip, Hilmioğlu’na izin almak için çırpınırken ve yaklaşmışken akşam saati, “Artık işlemler bitti” diyen müdür yardımcısı çeviriverdi düğmeyi.
Hilmioğlu, öyle önemsizmiş gibi geçen bir altyazıda öğrendi kaybettiğini oğlu Emir’i.
Daha hukuk fakültesini bitirecek, kendisini savunacaktı, daha bir ağaç dikip büyüyene kadar sulayacaktı, daha 21 yaşındaydı, daha sevdalandığı tiyatrosunu izleyecekti.
O küçük küçük yürüyen çocuk nasıl olup da öyle dağ gibi gitmişti.
Dedesinin babasının kavgalarına değil de güzelliklere sevdalanmış bir çocuktu gitti bir akşam Çubuk yolunda.
Ve anladı o gün bir anlığına herkes, koltuklardan, iktidardan, heveslerden kesif bir acı kalıyor geriye, bütün kavgalardan sonra.
O gece, ailesinin yanında değil, Sincan Cezaevi’ndeydi.
“Mevzuat” dediler, yıllarca çektikleri acılara karşı sadece “mevzuat” lafını işitenler.
Ertesi gün, Karşıyaka toprağına emanet etti oğlunu.
Büyükçe bir resmini alıp döndü cezaevine, bir resimle unutacaktı yok olduğunu.
Sirozdu.
Cezaevine ilk geldiğinde geçirdiği yüz felcini iyileştirmek isteyenler, sirozu hesaba katmadan yüklenmişti karaciğerine.
Ve artık önemsemediği tümörleri vardı ciğerlerinde.
Herkes çıkarken o kaldı, “intihar riski var”, “Kanser olur, tedavi edilemez” raporları, işlemedi gayet profesyonel bilirkişi heyetlerine.
Oğlunun resmiyle sohbet etmeye başladı her gece.
Gelenlerle makul biçimde görüşüyor, herkes gidip de kaldığında duvar ve gece, Emir’le yapamadığı sohbetler başlıyordu sessizce.
Ağabeyi sorduğunda bir gün, “Niye duvarla konuşayım, oğluma sesleniyorum” dedi, gayet akıllı.
Kayıp bir hayat...
Korktu yaşamaya tapan herkes ilk kez, biri daha artık oyunbozandı.
Adli Tıp’ta bekliyor şimdi dosyası, öyle Cumhurbaşkanı’na, bakanlığa falan gerek yok, onaylanırsa raporları çıkacak.
Her güne, “Yemek yemeyeyim de oğluma kavuşayım” diye başlayan eşiyle kayıp bir hayatı yaşayacak.
Engin Huylu, Güler Zere ve onlarca insanın kanları duruyor bir demir kapının eşiğinde.
Hilmioğlu ile onlarca hasta insan, bekliyor cezaevinde ölümü sessizce.
Dosyalar duruyor, “düşman” diye soluyan ve kime aitse ona göre düşmanlar yaratan masalarda.
Adaleti ve vicdanı anımsamak için başa gelmesi gerekmiyor mutlaka.
İktidarın işlemediği “21” yazılı bir mezar taşı öylece duruyor işte Karşıyaka’da.