Urfa Viranşehir’in zulümden kaçanlara alışık insanları tarif ediyor Ezidilerin kaldıkları yerleri: “Bir kısmı belediyenin konukevinde, bir kısmı okullarda.” 40 dereceyi aşan sıcak serin geliyormuş şimdi Ezidilere...
Çalılıkların arasından iki küçük oğlunun gözlerini kapata kapata, içi parçalana parçalana, ömrü bite bite öylece bakıyordu.
Gitmekle kalmak arasındaki o anlamsız, hayatının en önemli kararını vermesi gereken aralıktan, biri 18, biri 19 yaşındaki kızlarının elleri kolları bağlanmış, büyüdükleri evin önünde yere yatırılmış hallerini izliyordu.
Biraz uzakta sarı sıcak toz yığınının arasından belli belirsiz, köyün elleri bağlanmış, başları öne eğik, yan yana dizilmiş erkekleri gözüküyordu.
O çalılığın arkasından, kızlarının umutlarını çalan, daha birkaç ay önce evlerinde çay içip, yemek yiyen komşu köylüleri izledi.
Ne yapacağına karar veremeden daha, hiç unutmayacağı, hiç unutturmayacağı, 10 yıllar sonra istatistiklerden sayılacak o an bitiverdi.
Kızları artık yanında değildi.
***
Urfa Viranşehir’in zulümden kaçanlara alışık insanları tarif ediyor Ezidilerin kaldıkları yerleri:
“Bir kısmı belediyenin konukevinde, bir kısmı okullarda.”
40 dereceyi aşan sıcak serin geliyormuş şimdi Ezidiler’e.
Geçtikleri çöllerden ve yaşadıklarından daha yakıcı olamazmış hiçbir sıcak tanıdıklarının anlattıklarına göre.
Konukevinin geniş ve örneğini ancak dizilerde görebileceğimiz avlusundaki yaşam çok da dizilerdekine benzemiyor.
Yan yana yerleştirilmiş plastik masalar, süs havuzunun çevresine asılmış çamaşırlar ve her şartta oynayabilen çocuklar.
Viranşehir’in yerlisi Ezidiler ve eski komşuların gönderdikleri yemekler taşınıyor içeriye.
Birkaçı, “Şengal” diyor, “Anayurdumuz bizim. Bütün Ezidiler’in, hepimizin kökü Şengal. Toprağımız. Bizi koruyan bir ülkemiz olmasa ne yazar. Ülkemiz o topraklar.”
“En şanslıları bizdik” diye anlatıyor. Yandaki köy baskına uğramadan hemen önce “Geldiler” diye haber göndermiş. Beklemeden kaçmışlar. Uzun yürüyüşü acıdan bile saymıyorlar. Oysa sadece o yürüyüşte bile onlarca çocuklarını, yaşlılarını kazdıkları mezarlara bırakmışlar.
Bir bardak kırıldığında canı acıyan insanlardan biriyken, bütün eşyalarını bırakıp gelmenin acısını önemli saymıyorlar.
Birkaçı, köylerinin baskına uğradığını anlatıyor.
IŞİD geldiğinde, hiçbir şey sormadan evleri taradığını, beyaz bayrak asılan evlere bile girip yağmaladığını, biraz olsun direneni oracıkta, direnmeyenleri esir alıp Müslüman olmazlarsa öldürdüklerini, küçücük kızları götürdüklerini, kadınlara tecavüz ettiklerini.
***
Kalabalık odalardan, konukevinin 40 derece sıcakta bile üzerine kara bir şal örtülmüş gibi duran ücra odasına giriyoruz.
Sofranın başında Hatun İsmail, yanında iki küçük oğlu.
Kocasına ne olduğunu bilmiyor.
“Kızlarım” diyor. “İki kızım”, götürdüler.
Hatun İsmail, Simiri köyünden.
İki kızı, iki oğlu, kocasıyla, toprağı işleyip geçinenlerden.
“Bir iki ay önceden biliyorduk IŞİD’in geleceğini” diye anlatıyor.
Şaşkınlık yarattığını görünce ekliyor:
“IŞİD kim ki, IŞİD komşularımız.”
Evlerine birkaç ay önce yandaki Arap köyünden gelenleri anlatıyor:
“Oturup kahvelerini içerken, IŞİD’in adaletini, bu topraklara hüküm süreceğini söylediler. Bizlere, inancımıza, örfümüze, töremize dokunulmayacağını. Artık bu topraklarda adaletin hüküm sürecini söylediler. ‘Korkmayın, bir yere gitmeyin, asıl korkarsanız, giderseniz sizi casus diye yakalar, öldürürler’ dediler. Peşmerge de gelmişti. IŞİD’in giremeyeceğini, bizi terk etmeyeceklerini. Ama IŞİD daha gelmeden gittiler. Silah seslerinden anladık geldiklerini. Bütün camlar, duvarlar kurşun iziydi. Tarayıp içeri giriyorlardı. Kızlarım hemen kapı önündeydi. İki kızımın sesini duydum, kocam ortalıkta yoktu. Bağırıyordu kızlarım bırakın diye. Çocuklarım beni çağırdı. İki küçük oğlumla koşmaya başladık silah seslerinin aksi yönüne. Çalıların arasındaydık. Kızlarımın sesini duyuyor ama görmüyordum. Sonra evin önüne getirdiler. Elleri bağlıydı ikisinin de. Direnecek halleri kalmamıştı. Evimize gelen eski dostlarımızı gördüm. IŞİD onlardı. Ellerinde silahlar, gülüyorlardı. Oracıkta, biz uzaktan öyle bakarken, tecavüz ettiler. Ne yapabilirdim ki? Ne yapabilirdim? Gitsem, iki oğlumu öldüreceklerdi. Kaçtım. Kaçarken, tecavüze uğramış bütün kızları bir kamyonetin arkasına bağladıklarını gördüm. Hepsini götürdüler. Yürüdüm. Sürekli yürüdüm. Şengal eteklerinde ilk kez bize sahip çıkan birilerini gördüm. Aç susuz kaldık orada dağın başında. Yemedim, çocuklarıma yedirdim. Ağlayamadım bile. Peşmerge sattı bizi. Köylerimiz neredeyse birdi, o Arap köylerindekiler IŞİD’liydi. Neredeyse birkaçı dışında yabancı bile yoktu içlerinde. Hepsi içimizdendi.”
***
Geniş avluda Ezidi gençler, kandırılan Ezidiler’in Konya’ya, Aksaray’a götürüldüğünü, aslında Avrupa’daki akrabalarının yanına gitmek istediklerini ama imkân tanınmadığını anlatıyor.
Yemekler taşınırken, Viranşehir’de Ezidiler’in bağışladığı arazilerde belediyenin kamp yapması için İçişleri’nden izin alındığı haberi geliyor.
Kulaklar ise hâlâ ve hep Şengal’de.
Kalplerin, hatıraların, sevinçlerin bırakıldığı o yerde.
Geleceği hayal etmeyenlerin, yaşayabilmeyi “gelecek” bilenlerin o dağda bıraktıkları o büyük güneşte.