Elleri kelepçelenip tokatlandığında 9 yaşındaydı. Çocuk olmadığını anladı. Utandı ve kendine inandı Yusuf. KPSS’den aldığı puana rağmen, alıştığı işler dışında, uzun bir süredir hiçbir işi yok. ‘Biz şehre küsmedik, küstürüldük’ diyor şimdi...
Bu yazı açık bir çağrıdır. Devlet kurumlarına, üniversitelere, belediyelere, özel kurumlara.
Hayata alttan, en alttan başlayanlardan, merhamet değil adalet isteyenlerden.
Koltukları hazır bekleyenlerin, sınavları kazanamadığında bir şey kaybetmeyenlerin, ne zaman olursa olsun rahatça girdiği fakülteleri bitirdiklerine istedikleri işe “tatilden hemen sonra” yerleşenlerin kolay anlayamayacağı bir çağrı.
Umutsuzlukla boğuşan ama artık yolun sonuna geldiğinde umutsuzluk içinde boğulan bir güzel delikanlının ve benzerlerinin “çalışacak bir iş” çağrısı.
Belanın mahalleleri
Yenidoğan ve yanı başında Çinçin’e, Ankara’da mecbur kalmayanlar uğramaz.
Başkentin ortasında belalı adamların, belalı çocukların, belalı kadınların mahalleleri.
İnanılır ki başkentin kalanında; giren, soyulmadan ya da dayak yemeden çıkamaz.
Polis, zırhlı araçlarla girer mahalleye, itfaiye mümkünse girmez, ambulans polissiz gitmez.
Yusuf o mahallede doğdu işte.
Sadece “kentsel dönüşüm” söz konusu olduğunda akla gelen gecekondulardan birinde.
Daha 11 aylıktı ki çaydanlığı döktü üzerine.
Gözkapaklarına kadar yandı.
Boğazındaki izler nedeniyle hâlâ kesmiyor uzanıp giden sakallarını.
Fakirliğini annesinin soluğuyla fark etti.
Hamileyken yediği dayaklardan belki, Yusuf doğarken, bir gözü diğerinden tembeldi.
Doktor, sağlam gözü bandajla kapatmayı önerdi.
Annesi, parasızlıktan yapışkanı bitmiş bandajı yalayıp yeniden yapıştırırken gözüne, gözbebeklerinin içine vuran o ıslaklık ve ağız kokusunu, “fakirlik” diye belledi.
Babası daha o doğmadan önce ve doğduktan sonra her gece eve sarhoş geldi.
Geldiğinde, bahçede önce annesini döverdi. Yorulmamışsa, ablasını, sonra Yusuf’u. Bazen, gücü kuvveti fazla olduğunda, kendi anne ve babasını.
Babası tarafından bazen yumrukla uyandırılırdı.
Bazı babaların çocuklarını öperek uyandırdığını fark ettiğinde, canı, yediği yumruklardan daha çok acıdı.
Sokak kavgası
Yenidoğan’da o zaman da yurtsuz Romenler, göç etmeye zorlanmış, Kürtler, fahişeler, uyuşturucu satıcıları, hırsızlar, katiller otururdu.
Sokakları karanlık ve sidik kokan, çöplerin alınmadığı, sokak lambalarının yanmadığı, çocukların üzerlerinde uçuşan yarasalarla oynaştığı sokaklara hiç bitmedi sevdası.
Büyük kuzenleri, Yusuf biraz büyüyüp, pazarda poşet sattığı yıllarda, başka mahalleden çocuklarla üzerine iddiaya girip kavga ettirdi.
Ama ağzı burnu kan geldiği evde, bulduğu kitapları hatmederdi.
Şiir sever, şiir sevdiğini sadece çok sevdiği arkadaşlarına duyururdu.
Ve kimsenin duymadığı sesle mırıldandığı duasını her akşam okurdu:
“Allah’ım, burada unutulup gitmeme izin verme...”
Polisle tanışma
Bir gün, o serin ve güzel ailelerin yaz içeceklerinden birini marketten çalmaya çalıştıklarında yakalandı.
9 yaşındaydı, elleri kelepçelenip tokatlandığında, çocuk olmadığını anladı.
13 yaşında, komşularla ailesi girdiler birbirlerine.
Babası yaralandı, amcası cezaevine atıldı.
Aile Yenidoğan’dan Çinçin’e, daha ucuz ve belalı olabilecek tek yere taşındı.
Hep kavga etti.
Lise sonda, yine kavga edip, bu kez okuldan atıldığında Çocuk Şube’nin kapısında, annesinin başkasının kirlerini temizlemekle geçen ömrü boyunca umudunu yitirmeyen gözlerindeki yaşları fark etti.
Ve büyük, bir gönül yıkımı gibi utanmayı keşfetti.
Her işi yapan Yusuf
Utandı ve kendine inandı Yusuf.
Önce işe girdi.
Ankara’nın en zenginlerinin yaşadığı bir sitede, bahçe işleri.
Her gün o villalardan çıkıp, Çinçin’deki fakirliğe gitti.
Temizlik yaptı bazen, bazen hamallık, dershane parasını biriktirdi.
Sadece bir sene sonra, dereceyle Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. İlk sene böbreğinin tekini kaybettiğinde bile herkesten güçlü hissetmekten vazgeçmedi.
Erken öleceğini ve başarmak için elini çabuk tutması gerektiğini hissetti.
Okulda küfretmemesi, mahallede kibar konuşmaması gerektiğini öğrendi.
Mahallede cinayet işlendiği günün gecesinde şiir şerhi yapmaktan vazgeçmedi.
Sınıf arkadaşının son model arabası üzerine sohbet ettikleri akşamın ertesinde, kömür sırasında bekledi.
Kutu kutu dağıtılan yardımları eve utanarak taşıdıktan sonra geldiği fakültede, yardımların yapılış biçimi ve alanların siyasal tercihleri üzerine edilen sözleri dinledi.
Yadırgamadı, öğrendi.
Şehreküsenler
Annesinin Türkiye haritasını hiç görmediğini öğrendiği gün, düşündü, dinleri, milletleri, sınırları, büyük kutsalları.
Kendi deyimiyle, hep, “iktidar olamayan partileri, şampiyon olamayan takımları ve gözlerini kaçıran kızları” sevdi.
Okulu bitirdi, çalmadık kapı bırakmadığında annesini temizliğe göndermeyeceği bir iş için, hep geri çevrildi.
KPSS’den aldığı puana rağmen, alıştığı işler dışında, uzun bir süredir hiçbir işi yok şimdi.
Kendi anlatsın Yusuf Arslantaş; o bitmeyen umudunu neden kaybetti:
“Son olarak abicim, varoş kelimesinin diğer bir anlamı da ‘şehreküstü’ imiş. Herhalde hiçbir kelime ifade ettiği gerçeklikle bu kadar örtüşemez. Ben ki tüm uyuşturucu satıcılarının, gaspçıların, karısını döven kumarbazların, karton toplayan Çingenelerin... Kısaca Yavuz Abi’lerin, Beto’ların, Ayyaş Dursun’ların, Hırsız Bülent’lerin, Sapık Orhan’ların, Latife Abla’nın, Çingene Songül’ün, Belalı Hacer’in... ruh ve akıllarıyla; Oğuz Atay’ların, Nâzım Hikmet’lerin, Necip Fazıl’ların, Sezai Karakoç’ların, Edip Cansever’lerin, Turgut Uyar’ların, Kafka’nın, Shakespeare’in, Albert Camus’nün... ruh ve akıllarını içinde eritmiş bir sesle haykırıyorum. Biz şehre küsmedik abi küstürüldük.”