Ayağına dokunul- duğunda tepki veriyordu.
Bazen mucize dediğiniz, ayak parmağının 1 milimetre oynamasıdır sadece.
Başına saplanan şarapnel parçasından sonra “En iyi ihtimalle hiç yürüyemez” denilen bir çocuk için ne kadar da güzel bir haberdi öyle.
Yaşamanın en büyük mucizesinin yani yaşayabilmenin gerçekleşmesi için artık sadece göz kapaklarını açması bekleniyordu.
Açmadı.
Bir daha dokundular ayağına.
Artık parmakları hareket etmiyordu.
Mert Cömert, yani Kobani’ye gitmeden önce yazdığı ifadeyle, “Karadeniz’in asi çocuğu” artık gözlerini hiç açmayacaktı.
Bafralıydı.
Cenazesi, Suruç saldırısından bu yana tedavi gördüğü Urfa’dan Samsun’a yollandı.
Çaycılıkla ailesini geçindiren babası ve hasta yatağından kalkamadığı için oğlundan gelecek iyi haberleri beklerken ancak cenazesine kavuşabilen annesi elbette güzel bir töreni hak ediyordu.
Öyle olmadı.
“Acılı ailenin talebi” denilerek, tek çocukları için sabahın 7’sinde “cenaze töreni” yapıldı.
Arkadaşları kente alınmadı.
Mert’in üzerine toprak kimselerin sesleri yokken kapatıldı.
Cenazenin defninden sonra kente girebilen arkadaşları, mezarı başında kaldırıp kollarını arkadaşlarını uğurladı.
Hiçbir olay yaşanmadı.
Zaten anlamıyorlardı ki olayları çıkartanlar değil, ölenler Mert’in arkadaşlarıydı.
Suruç’ta yaşama veda eden 33. çocuk, inancı doğrultusunda kilisede tören bile yapılamadan uğurlandı.
Bütün törenler ancak arkasından yapıldı.
Zira hassas ortam gereği, cenazeler son derece sakıncalıydı.
* * *
Giden 32. çocuk Vatan Budak’tı.
Diğerleri sırasız.
Psikoloji öğrencisi Murat Yurtgül, çocukluk arkadaşı tarih okuyan Emrullah Akhamur, inşaat işçisi Uğur Özkan, oğlunu bulmak için Kobani’ye gitmek isteyen İsmet Şeker, babası Fethi Aydın’ın yaralı halde hastaneden çıkıp uğurladığı oğlu Çağdaş Aydın, diğerleri, daha güzel bir dünyayı arzulayan diğer yaşamamış çocuklar.
Suruç’tan bugüne sadece ölülerdir kalanlar.
Kimsesiz oyuncaklar.
Kobani’de bekleyen, yok denilen, inadına var olan çocuklar.
* * *
İhtimal ki aynı günlerde uzak bir dağ karakolunda canını veren bir asker, meslek lisesinden Mert’in arkadaşıydı.
İhtimal ki birbirinden nefret etmeyen, birbirlerinin yok olmalarını istemeyen güzel insanlar ölürken hep korkmuştu.
İhtimal ki birkaçı arkadaştı.
Zira ölüm, ölürken hep korkutucuydu.
Ve ölenler hep çocuk.
İhtimal ki Osmaniyeli uzman çavuş Fatih Gökşen’in geride kalan 3 küçük çocuğu hiçbir şey anlamadı büyük sözlerden.
Zira hiçbir zaman tören sesleri yükselmez ebediyen babasız kalmış evlerden.
İhtimal ki Şırnak’ta gencecik yaşta toprağa düşen asker Barış Aybek’e sivilde yazdıklarını görünce “terörist, şerefsiz” diyen çok öfkeli gençler, alkışladılar bayrağa sarılı giderken.
Zira kavramların arasındaki mesafelerin birbirine karıştığı incecik bir yoldu bazen memleket.
Katliam sanıklarının hümanist, oyuncak taşıyan ölü çocukların terörist, yüksek sesle nefret cümleleri kuranların memleket sevdalısı, çocuğunu kaybetmişlerin gözyaşlarına ortak olanların vatan haini olduğu, bütün ölümlere üzülenlerin omuzlarından sarsıldığı, sadece, “O zaman ona bunu de” talimatlarının yağdırılmasının vatanseverlik sanıldığı, gri, öfkeli ve annelerin hep tabutlara bebekleri gibi çok derin sarıldığı.
* * *
Suruç saldırısının üzerinden günler geçmişti.
Bir genç, öyle hiç düşünmeden kendini patlatmıştı.
Birileri o genci kutsarken, binlerce gencin gözyaşları kalp kuyusuna akmıştı.
Mert Cömert yaralıydı.
Ayak parmaklarını oynatıyordu.
Bazen mucize sadece parmakların oynamasıydı.
Öldü.
Yaşasa yaşadığının belki farkına bile varamadığı, kayda alsan filme dönüşecek büyük hikâyeleri olacaktı.
Olmadı.
Resmi kayıtlarda hikâyeler olmazdı.
O kayıtlarda artık Mert de sadece Suruç’ta ölenlere ilişkin bir rakamdı.
Başına şarapnel parçası saplanmıştı.
Bütün karanlıkları bitirecek bir mucize gibi bekleniyordu gözlerini açması, açmadı.