Günlerden bir gün, zamanlardan bir zaman düş ülkesinden dünyaya kar yağdı.
Düş ülkesinden dünyaya gönderilmiş insanlar mutluydu, özlemişlerdi karı.
Kar, dünyadaki kirleri örterken yavaşça, düş ülkesi ile dünyanın, dünya ile insanın, insan ile insanların arasında nefretle düşmüş bir çığ vardı.
Birileri seslerini yükseltmiş, bağırmış, görünmez büyük uçurumlar açmışlardı.
Uçurumun bir kenarındakiler, "Bir arada yaşayalım" diye karşıdan bağıranlardan nefret ediyorlardı.
Onlar "ahlaksızdı, değerleri yoktu, her musibet onlardan gelirdi, iffetsizlik, namussuzluk diz boyuydu".
"Saçmalamayın" diyordu diğerleri, "yaşayabiliriz işte bugüne kadar hiç ezberlemediğimiz gibi".
Ama öfkeli taraf duymak bile istemiyorlardı bu dili.
"Tamam" dedi diğerleri, "anlayacaklar ne de olsa zamanla ne dediğimizi".
Şimdi tek yapmak istedikleri kartopu oynamaktı, hem kartopu oynamanın kime ne zararı vardı ki?
Ama kulaklara bir kez nefret fısıldanmıştı.
Diğer tarafa düştüğünde kartopu, bembeyaz karlar, düş ülkesinin kanıyla boyandı.
* * *
Nuh Köklü, bu dünyadan olmayanlardandı.
Bu dünyadan olmayanlara, her zaman deniz, her zaman dağ, gökyüzü ve orman gerekir.
Çocukluğunun geçtiği Ankara ise sadece bozkırdı, hiç sevemedi bozkırı.
Daha 13 yaşında solcu olduğunu hissetti, o kimliği hiç bırakmadı.
Bisküvinin içine lokum sıkıştırmayı da.
Üniversite yıllarına gelince, gitmesini hiç istemeyen 4 kardeşini, annesini ve bozkırı bıraktı, İstanbul'a taşındı.
Darbe sonrasının suskun yıllarıydı.
Ama Nuh Köklü, susamazdı.
O dönemin belki de tek muhalefet aracı olan derneklere girdi, mücadele etti, bazı zamanları da, olağan ya, cezaevinde geçti.
Hızlı yaşamayı seviyordu, genç yaşta da evlendi.
16 yıl evli, sonrasında hep dost kaldı.
Evliyken bir gün sırt çantasını alıp Arjantin'e gitti.
Devrimcilerin, dansın, tutkunun ve hakikatin izini sürdü Güney Amerika'da bir başına.
Kimi zaman işgal fabrikalarında işçilerleydi, kimi zaman sokakta futbol oynayan çocuklarla.
Düş ülkesinden gönderilmiş insanlar, dünyanın her yerindeydi.
3 yıl Güney Amerika'da kaldı.
* * *
Gazeteciydi.
Çalışmadığı yer, yapmadığı haber kalmadı.
Sivasspor'un şampiyonluğa oynadığı sezonu yazarken Madımak'ı, iş dünyasını yazarken işçi haklarını, sağlık programında çalışırken aç kalan çocukları hiç unutmadı.
Ve elbette fazlasıyla göze battı.
İşten çıkarılmadığı yer de kalmadı.
Ama işten çıkarıldığı zaman bile hiç mücadeleyi bırakmadı.
Arkadaşları için, gazeteciler için nöbet tuttu, herkesi göreve çağırdı.
2014 yılında son kez işsiz kaldı.
46 yaşında işsizdi, iş bulamıyordu ama yazmayı bırakamazdı.
Geçen yıl, uzun yaz aylarını gözyaşı ve yalnızlıkla geçirdi.
Sonra ayağa kalktı.
Annesinin yanına gitti, sevmediği bozkıra.
Annesiyle vedalaşır gibi saatlerce sohbet etti.
İstanbul'a döndü, bilgisayarını kurdu, blog açtı, senaryo yazdı, romanını kaleme almaya başladı.
Her gün bütün dünyadan haberleri taradı.
Kimin İspanyolcaya ihtiyacı olsa yardıma koştu, çevirdi, yazdı.
Ve sonra çok iyi tanıdığı, o zamana kadar tanışmadığı arkadaşlarını buldu.
Yeldeğirmeni Dayanışması ve futbol takımı.
Forza Yeldeğirmeni, sokaktı, çocuktu, futboldu, parasızdı, eşitti, ayrımsızdı.
Yeldeğirmeni Karşı Lig kuruldu, en az 2 kadın oyuncu kuralı bile vardı.
Aslına bakarsanız, neşesiz bir ülkenin, neşesi kaybettirilemeyen çocukları, sadece oynamak istiyorlardı.
Nuh, Yeldeğirmeni'nden tanıdığı herkese evde yemekler yapıyor, vejetaryenlere ayrı menüler hazırlıyor, herkesi tam da çocuk gibi ağırlamak için çırpınıyordu.
"Evim sensin" dediği Ferda Sayın'la yaşıyordu, mutluydu, baharda evleneceklerdi.
Herkes eğlensin diye Haydarpaşa'da alışılmadık, eğlenceli bir düğündü düşünceleri.
Ne zaman umutsuzluğa düşse Ferda, "Kirletme kendini, kirlenenler çürüyecek, çok işimiz var" derdi.
Umuttan, öykülerden, neşeden ve oyunlardan hiç vazgeçmedi.
Ve bir de kahveden.
Kahve kokuları arasında, bir arada, her şeyin paylaşıldığı bir yaşamdı düşü.
Düş kurmayı sadece düş dünyasının insanları bilirlerdi.
* * *
1 Nisan'da kitabını bitirecek, bahar aylarında evlenecek, dünyayı gezip henüz gezmediği Mardin'i gezecek, cebindeki son parayla ekmek almayıp ciğer aldığı köpeği Hepa'yla eğlenecek, kolektif üretilecek bir dünya için mücadele edecekti.
Yapamadı.
Katilinden daha bir gün önce sokak kedileri için mama almıştı.
Bilirdi kötücüllüğünü, nefretini.
Ama Nuh'a göre, bütün farklılıklar bir arada yaşayamıyorsa, dünya neydi ki?
* * *
O gece, arkadaşlarıyla önce güvenlik paketine karşı eylem yaptı.
Plana göre, eylemden sonra sokakta kartopu oynayacaklardı.
Oynadılar, bir tane kartopu, biliyorsunuz işte, alışveriş yaparken ona benzemediğiniz için sizden nefret eden dükkâna geldi.
Sonra o esnafın bıçağı arkadaşını kurtarmak, esnafı uzaklaştırmak isteyen Nuh'un bedenine.
"Esnaf" yaptığından öyle memnun, kurtulacağını bilirken nefretle dolu bu sistemde, yere düştüğünde, "Bu bir rüya olsun" dedi.
Hastaneye giderken, "Yaşamak istiyorum" dedi.
Sevgilisi Ferda, omzuna yıkılırken güzel başı, Nuh'a "Seni çok seviyorum, her şey güzel olacak, sakin ol" dedi.
"Ferda'm, sakinim" diye yanıt verdi.
Yıllarca onu öteleyen, kötüleyen, işsiz bırakan, dışarıda tutan herkes, "Ne güzel insandı" dedi.
Nuh gitti.
Öyle filmlerdeki gibi.
Peki, kötülük mü kaldı sadece geride?
Kaç kişi kartoplarıyla, annesinin yaptığı kartopuyla uğurlanır ki düş ülkesine.
Nuh Köklü de düşünceleri de arkadaşları da "nefretle" bitmez.
Belki de toprağa erken düştü cemre, buralara bahar gelsin diye.