Sabah gazetesinin Galatasaray muhabiriydi. İşi önemliydi, tek maaşla geçindiriyordu ailesini.
Küçücük ve kocaman bir dünya, saçma sapan önemsenen spor kulüplerinden birinin, saçma sapan önemsediği vahşi kapitalist dünyasının tonlarca ağırlığındaki kapısında sıkışıverdi...
Öleceğini bilir insan. Öleceğine inanmasa da bilir. Başına gelmeyeceğini düşünerek bilir. Başına geldiği sırada bile o anın geldiğini anlamadan bilir. Anlamaz.
8 yaşında bir çocuk ise ölümü hiç anlamaz. Küçük kedi yavruları gibidir çocuklar, ölümü tanımaz, çocuklar bu yüzden kendilerini ölümden sakınmaz.
8 yaşında bir çocuğa babasının bir kapı aralığında sıkışıp öldüğü ise anlatılamaz.
Seda’ya da anlatamadı annesi babasının neden eve gelmediğini.
O yüzden hâlâ her akşam bekliyor en büyük neşesini.
Erkan Koyuncu da bir gün biliyordu gideceğini ama daha 37 yaşında, topun peşinde koşanları izlemeye koştuğunda bilmiyordu öleceğini.
Sabah gazetesinin Galatasaray muhabiriydi.
İşi önemliydi, tek maaşla geçindiriyordu ailesini.
Bir de kocasına katkı olsun diye perdelere boncuk işlerdi eşi.
Yatağına her sabah atlayan 12 yaşındaki oğlu, her sabah “iş saati” diye bağırıp koşan 8 yaşında kızı, eşi ve mesleği.
Kamp dönemi diye Kayseri’ye göndermişti ailesini. İstanbul’a döndüğünde, telefonla gideriyordu hasretini.
Bir akşam önce, telefon açtı Seda, geleceğini ve canının dondurma istediğini söyledi.
Kızı evde yoktu ama aldı ve dolaba koydu, bilirdi bu coğrafyada doğan her çocuk gibi, çocuklarının hayal kırıklığı yaşamasının hikayesini.
O çok sevdiği kızı ise o dondurmayı, babasının ölümü nedeniyle eve döndükten sonra yiyebilecekti.
Küçücük ve kocaman bir dünya, saçma sapan önemsenen spor kulüplerinden birinin, saçma sapan önemsediği vahşi kapitalist dünyasının tonlarca ağırlığındaki kapısında sıkışıverdi.
Bir gün ölebileceğini bilen hiçbir insan, böyle ölebileceğini bilemezdi.
***
1963 yılının ocak ayında, Çerkezköy’de kara saplanan yolcu treninde 180 kişinin mahsur kaldığı istihbaratı geldi haber merkezlerine.
Hürriyet gazetesi, hemen bir ekibi yola çıkarmaya karar verdi.
Direksiyonda, şoför Yüksel Öztürk vardı. Yanına foto muhabiri Abidin Behpur oturmuştu. Arka koltukta muhabir Yüksel Kasapbaşı, notlarını karıştırıyordu. Şimdilerde kimseler anımsamaz isimlerini.
Kar öylesine yoğun yağıyordu ki gazeteciler Çatalca yakınlarına ancak ertesi gün ulaşabildi. Zaten daha da ileriye gidemediler. Çatalca’ya 2 kilometre mesafede kara saplanan araç, bir daha yerinden oynatılamadı.
29 yaşındaki Kasapbaşı, 25 yaşındaki Behpur, 30 yaşındaki Öztürk, araçlarını kurtarmak için bütün enerjilerini harcadı. Yardıma gelenler de oynatamadı aracı yerinden. Herkes gidip, yardım göndereceğini söyleyerek uzaklaştığında, hava kararmak üzereydi.
50 kişilik kurtarma ekibi bölgeye ulaştığında, araç, bir karış buz içindeydi. Kasapbaşı, uzandığı koltukta can vermişti. Behpur, son nefesini verirken, fotoğraf makinesinin bulunduğu çantayı tutmuştu sıkı sıkı, Öztürk’ün başı direksiyona düşmüş.
Kanları bile donmuştu.
***
Ogün Özdemir, şimdilerde kimseler anımsamaz ismini, yirmili yaşlarının başındaydı Ankara’nın göbeğinde can verdiğinde.
Star gazetesinde gececiydi.
Herkesin uyuduğu saatlerde, sabaha haber yetiştirmek için gittiği görevden dönerken, cinayet gibi bir kaza sonunda sıkıştı kaldı arabanın içinde.
Hemen arkadaki araçta kazayı gören arkadaşları, bir yandan gözyaşlarını tutamıyor, bir yandan haber yapıyorlardı kurtarma çalışmalarını.
***
Mustafa Pekcan, şimdilerde kimseler anımsamaz ismini, Irak’ta vurulup, savaşın vurduğu bir ülkenin bir garip hastanesinde, tam da “iyileşti” denilirken kapadı gözlerini. Kurşunu yenip, hastane mikrobuna yenildi.
11 aylık bebeği kaldı geride.
Kendi arabasını kullanmıştı habere giderken, çalıştığı, maaşını doğru düzgün ödemeyen son kurumda, o haberde çarptıkları arabasının alacağı miras kaldı bir de ailesine.
Koca bir dünyadan alacakları.
Behzat Miser, sabaha karşı evine döndükten hemen sonra yakalandı ölüme.
İzzet Kezer, alnından vuruldu bir kentin orta yerinde.
Kemal Bağcı, seçim otobüsünün üzerinde kalakaldı öylece.
Van’daki depremden DHA muhabirleri Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz’ın ölüm haberi geldiğinde, bütün basın emekçilerinin kalbinde derin çatlaklar oluştu.
Aynı masanın etrafında, sadece bir çayla bütün geceyi geçirdiği arkadaşlarını atlatmanın heyecanını, daha haberi yaparken, ertesi gün onlara nasıl takılacağının hesabını tutanların yürekleri kanadı Cem ve Sebahattin gittiğinde.
Daha önceki gün, nefesleri bir kez daha tutuldu gazetecilerin, IŞİD barbarlığının bombası gazeteci Deniz Fırat’ın kalbine isabet ettiğinde.
***
Onlar sokağa çıktığında başkalarının yerine taşlanan, hep başkalarından önce işsiz bırakılan ve sadece bir istatistik olarak anılan, onlar ders verenler sadece konuşurken günlerce konuşulacak ve isimlerinin küçücük yazacağı bir haber için koşuşturan, onlar önemsenmemeyi artık önemsemeden sadece çalışan ve “Asıl gazetecilik muhabirliktir” denilip unutulmaya aldırmadan çalışan gazetecilerdi.
Bakmayın büyük büyük konuşmalara, “Unutulmayacak” ifadelerine, “Çocuklarına burs verdik” merhametine.
Her biri mutlaka unutulacak, sadece sevenlerinin ölene kadar anımsayacağı, isimsiz gazetecilerdir şimdi.