Siirt’te 12 yaşında evlendirilen, 14 yaşında anne olan küçük Kader Erten’in ölümünden sonra yazılan onlarca haberin arasından bir cümle sızıp geliyor ortaya.
O köyde büyümüş muhtar, şöyle anlatıyor berdeli ve sevgiyi*:
“2 gün konuştular ve birbirlerine gülümsedikleri için evlendiler. Gülümsemeseler vermezlerdi.”
Bir kez güldüğünde Kader, kaderi çizilmişti. Gülümsemese de aynı olurdu ya, peki gerçekten suçlu kimdi?
Meryem’in hayalleri
Meryem, daha 12 yaşındaydı öldüğünde. Neredeyse denk geliyordur Kader’in evlendirildiği tarihe.
Doğubayazıt Somkaya köyünde, hayat bildiğimizden daha ağırdı doğduğunda.
Soğuk daha ağır, kar daha ağır, saatler, geçmeyen zaman daha ağırdı.
Donmuş bir zamanın içinde, bildikleri kurallarla, donmamak için yaşıyordu insanlar.
Kızlar ilkokula gidebilirdi, normaldi, gitmesi gerekirdi.
Daha o doğmamışken intihar etmiş kendinden de küçük ölen ablasının gölgesinin sindiği evde, köy yollarında koşa koşa okula gitti Meryem Sökmen.
Meryem’i gören anlardı, “kızlar neden daha çalışkan bu ülkede.”
Meryem ise yaşamında bir kez bulduğu şansı kullanamazsa zaten olmayacaktı.
Kızlar o okulları okumasalar, başka bir şans bulamayacaklardı.
Durmadan çalışıyor, okuldan eve koşuyor, evin işlerini yapıyor, gaz lambasının ışığında uzak hayallere dalıp defterine karalıyordu kelimeleri.
Sevmek istiyor, gezmek istiyor, o yüksek dağların ardındaki yaşamın bir parçası olmak istiyordu Meryem.
Misal, o gün o yemeği yememek istiyordu.
Misal, o gün alınmış bir etek yerine bir başka kıyafeti giymek.
Misal, o saatte eve dönmek istememeyi istiyordu.
Misal, konuşmak istemediği birisiyle görünmemek.
Tercih kullanma haklarıyla doğanlar anlayamazdı elbet Meryem’i, kızsan ve bu kadar uzaktaysan niye önemli olsun ki hayalleri?
Seversen ölürsün
5. sınıfa geldiğinde, oralar için artık kocaman bir kadın, dünya için küçücük bir çocuktu.
Meryem ise elbette çocukça heyecanlanıyordu.
Naylon bileziklerle güzelleşiyor, saçlarını taradıkça bir bahar umuyordu ve bir oyun.
Onca dizide, onca öyküde, onca hayallere daldığı gecede aşk denilen bir şey vardı.
Herkes bu kadar seviyorsa, kimbilir ne kadar da kocamandı.
Okulda, herkes gibi, bütün çocuklar gibi, birbirini beğenme oyunları.
Bir gün, bir kez konuştuğu bir çocuğa not yazdı bir cesaret.
“Seni seviyorum” diye karaladı kağıda.
Öğretmen, tam da o not ulaşacakken, sevginin ne olduğunu bile öğrenememiş bir çocuk elinden bir çocuk eline, görüverdi notu.
“Babana söyleyeceğim” dedi, cebine koyarken Meryem’in sonunu.
İşte o gün, o saniye, dünya durdu, gece bitti, dağlar yıkıldı.
Meryem koşarak eve döndüğünde, artık çok yaşlıydı.
Olmayan o dünyada, olmayan odasına koşup, olmayan yatağına ağlayarak atlayacak değildi ya, kilitledi kendini korucu babasının kalaşnikofunun olduğu odaya.
Tüfeklerin, silahların arasında büyümüştü, biliyordu güvenliği açmak gerektiğini.
Başkası öldüreceğine, öldürmeliydi kendini.
Seriye aldı yanlışlıkla tüfeği, bir kez dokunduğunda tetiğe, o güzelim çocuk saçlarında kaldı, 3 merminin kan izi.
İsteseydi, evlendirirdim
Televizyonlar akın ettiler köye, herkes misafir oldu Meryem’in cenazesine.
2010’un 19 Ocak’ında, toprak kucak açtı misafirine.
Meryem’in 8 yaşında intihar eden ablasını örnek gösterdi öğretmen, o notu kimseye vermediğini anlattı.
Müdür, öğretmenin suçunun olmadığını.
Milli Eğitim ve savcılık ise nafile birer soruşturma açtı.
Baba isyanla bağırdı:
“Kızıma vurmadım bir gün, isteseydi evlendirirdim.”
Anne, ortalıklarda olamadı bile.
2-3 ay daha tek tük haber oldu Meryem.
Dosyası, “intihar” diye kapanıp da silik fotoğrafının üzerine vurulduğunda, “kendini öldürdü” yazılı soğuk damga, Meryem Sökmen’den hiçbir iz kalmadı artık bu dünyada.
Cinayeti gördüm
Birileri, törelere isyan etti.
Birileri Kürtlerin ilkelliğini anlattı.
Birileri eğitimin önemine işaret etti.
Birileri ekonomik geri kalmışlığa.
Haklıydı herkes.
Öğretmen de suçsuzdu, baba da.
Müdür de suçsuzdu, sevildiğini bilmeyen o çocuk da.
O saatlerde Yargıtay, batıdaki bir cinayete, “töre farklıdır, aile meclisi kararı gerekir” saçmalığıyla indirimli “namus” cezası verdi.
Sokağa çıktığı saatler için hâlâ hesap veren birileri, o kızların yaşamını değiştirmeyi önerdi.
Birileri, yaşamındaki tek seçeneği zorla kullanan birilerine “ilkelilik” dersleri verdi.
Birileri o gün canı sıkılmasın diye o kanalı değiştirdi.
O ülkede yaşayan herkes zaten biraz kurban, biraz katildi.
Değişmeyen yazgı
Meryem’in öldüğü, Kader’in ölüme gülümsediği 2010’da Van’da 15 yaşındaki bir kız kendini aşağıya attı uçurumdan.
Çaldıran’da 14 yaşındaki Rojin, yaşamını sonlandırdı daha başlamadan.
Adana’da bir sulama kanalına kendini atan kadının öldürüldüğü çıktı ortaya.
Ankara’da bir kadın katledildi, konuştuğu için cep telefonuyla.
Farklı dinlerden bir aşk hikayesini ölümle sonlandıranlar ve mahkeme “töre mi namus mu?” diye tartışabildiler İstanbul’da.
Tecavüz bebeklerine kendilerinin bakabileceklerini savundu birileri yüksek ahlakla.
Birileri bir kez slogan attı, rahatlamış bir vicdanla.
Bir anne, 8 yaşındaki kızı öldüğünde gözyaşlarını sildiği mendili, katlayıp koydu sandığa 12 yaşındaki kızı gittiğinde.
Yüksek yüksek dağlara baktı.
Olmayan yaşamındaki çocukluk hayallerine daldı.
Doğubayazıt’ın uzak bir köyünde, bir zamanlar bir Meryem vardı.
* (Milliyet-14 Ocak 2014-Damla Yur’un haberi)