Zaten kimselerin görmediği o yerde, kış geldiğinde, insanlar bile görünmez olurdu. Ve 1996 yılının Ocak ayında Güçlükonak’ta yaşam birileri için gerçekten durdu... Eli silahlı, yüzleri görünmez kişiler minibüsü taramaya başladı...
Her ülke yeni yıla yeni umutlarla başlarken, o ülkede bembeyaz bir defter, daha ilk sayfadan kirletilirdi.
1996’da öyle karanlık başladı.
Zaten kimselerin görmediği o yerde, kış geldiğinde, insanlar bile görünmez olurdu.
Haber bültenlerinde bir cümle olarak geçen, ulaşılamayan köyler gibi, Güçlükonak’ta da kış geldiğinde yaşam dururdu.
Ve 1996 yılının Ocak ayında Güçlükonak’ta yaşam birileri için gerçekten durdu.
Gösterilmeyen ceset
Ankara’dan getirilen gazetecileri taşıyan helikopter, acıdan yüz hatları belirsizleşmiş, acıyı hiç hissetmiyor gözüken köylülerin yüzlerine kurumuş toprakları savurarak indi alana. Yanmış bir minibüs ve önüne sıralanmış yanmış insan bedenleri gösterilerek, katliamla ilgili sunum yapılmaya başlandı gazetecilere. Tarihinde ikinci kez ateşkes kararı almış olan PKK, daha önce yaptığı gibi yine boş durmamış, korucu köylüleri katletmişti yapılan sunuma göre. 11 vatandaşın olduğu minibüs, içindekilerle birlikte yakılmış, tarihin en korkunç katliamlarından birine imza atılmıştı.
Daha 1 saat önce Ankara’nın ayazında sıcak çaylarını yudumlayan gazetecilerin boğazı düğümlenmişti gördükleri karşısında. Gazetecileri oraya götürenlere göre, kenarda ne anlatıldığını merak bile etmeden bekleyen köylülere soru sorulmasına gerek yoktu. Her şey gayet açıktı. Dünya yapılanları kınamalıydı.
Biri çıktı içlerinden, büyülü ve ikna edici bir sunumun tılsımını kaçıran o soruyu soruverdi usulca:
“11 ceset yandıysa neden 10 tanesi burada?”
O sorunun yanıtı duruyor hala kapağı açılmamış bir dosyada.
Açılmamış bir dosya
12 Ocak 1996’da, Güçlükonak’ta Çevrimli ve Yatağan köyleri alıştıkları ancak bu kez garipsedikleri seslerle uyandı.
Asker, bu kez kendileri için gelmişti.
İddia vahimdi.
Korucular, dağdaki akrabalarına yardım ediyordu ve bu iş çözülmeliydi.
Bir süre önce koruculuğu bıraktığı söylenen Abdullah İlhan, Ahmet Kaya, Ali Nas, Neytullah İlhan, Halit Kaya ve Ramazan Oruç, silahlı insanlara alışık çocuklarıyla vedalaşmaya gerek görmeden yollarına alışık oldukları, boşaltılmış Taşkonak köyündeki tabur karakoluna götürüldü.
Karakol, karanlıktı.
Sahibi gözükmeyen ellerin darbeleri ve “isim ver ulan” sözleri yankılandı karanlığın orta yerinde.
Zaman geçti.
Sesler silikleşti. Karanlığa karışma özlemi sardı karakoldakileri.
Ve “o özlem” kısa sürede yerine getirildi.
6 genç adam için çocukları, köydeki o küçük hayatları, bilmedikleri hikayeler artık çok uzaktı.
Gittikleri karakoldan dönemediler.
Ve dönememelerinin bir açıklaması olmalıydı.
Koçyurdu’na gelen telefon
15 Ocak 1996 sabahı, bu kez Koçyurdu köyü erkenden gelen telefonla uyandı.
Karakolda diğer köyden 6 kişinin bulunduğu, bu kişilerin serbest kaldıkları ancak güvenli biçimde köylerine geri götürülmeleri gerektiği söyleniyordu.
Taşıma görevi de Koçyurdu köyündeki koruculara verilmişti.
Hamit Yılmaz, Abdülkadir Yılmaz, Mehmet Öner ve Lokman Özdemir seçildi köyden.
Ramazan Has’a ait minibüse binen 4 korucu durduruldu, sadece gitmek zorunda kalanların gittiği yoldan tabura ulaşmaya çalışırken.
Eli silahlı, yüzleri görünmez kişiler minibüsü taramaya başladı.
Çatışma bile olamadan 4 korucunun yaşamı sonlandı.
Sadece şoför hayattaydı. Ve ne gariptir hiçbir yara almamıştı.
Yakılan yaşamlar
Ancak hikâye burada da bitemezdi.
Önceden öldürülen 6 kişi, minibüste taranan 4 kişinin yanına getirildi.
Minibüse oturtulan ve artık yaşamayan 10 kişinin başlarına birer maske geçirildi.
Şoföre bir şey olmamış gibi yola devam etmesi emri verildi.
Dağlık yoldaki viraj dönüldüğünde, yeni bir silahlı tim beklemedeydi.
Aşağıda uzak bir hayal gibi gözüken nehre doğru kaçmaya çalışan şoför Ramazan Has, dere yatağında son nefesini verdi.
Sıra zaten kimsenin yaşamadığı minibüsteydi.
Onlarca kurşun deliği, minibüsün içinde kaldığı çatışmayı göstermek için yeterliydi.
Ve zaten yaşamayan insanların yakılmasında ne mahsur olabilirdi?
Bir ayak ve 10 kimlik
Gazeteciler Ankara’ya dönüp de askerin sunumunu yazmaya başladıklarında, gözlerindeki görüntüyü silmek, bir film izlemiş de dönmüş gibi hissetmek için uğraşıyorlardı.
İstanbul’da bir yerlerde, bir grup insan ise Güçlükonak’a gitme kararı alıyordu.
Engellemelere rağmen köye vardıklarında, minibüste unutulan bir bacak tutuşturuldu ellerine.
Daha önce anlatamadık diye fısıldadı köylüler.
Ve anlattılar, karanlık bir gündüz vakti, akrabaları nasıl öldüler.
İstanbul’a döndüklerinde büyük sorularla çıktı basının önüne heyet:
Boşaltılmış bir köyden bir başka köye bir minibüs neden yolculuk yapar?
Aynı anda yakılan ve taranan insanların ceset sertliği nasıl farklılaşır?
Nüfus cüzdanları yakılamaz bir şekilde mi imal edilmiştir, imal edilmemişse bedenleri yanan insanların nüfus cüzdanları sapasağlam halde ailelerine nasıl geri verilmiştir?
Ancak elbette soru soranların yargılandığı ülkede, yanıtı çok gecikmedi soru sormanın.
Soru soranlar hedefi oldu hemen yargının.
Açılamayan dosya
Avrupa Parlamentosu’nun PKK’yı görüşeceği toplantısından iki gün önce oldu, ne olduysa Güçlükonak’ta.
O dönemde bakanlık yapan Adnan Ekmen’in yıllar sonra, “Devlet yaptı” demesi bile yeterli olmadı o dosyanın kapağının aralanmasına.
Hâlâ Güçlükonak’ta kimsenin artık pek anımsamadığı bir yara kanıyor her ocak ayında.
Doğdukları dağlarda ölemeyip de ölmemek için dağılan Güçlükonaklılar iyi biliyorlar.
Kanundur o coğrafyada; dosyan hep açık kalacaktır eğer gidip de dönemediysen bir karakola.