Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Bir garip ülkenin güzelliğinden değil, hücrelerine kadar yaşayabildiğin için sevdiğin başkenti... Dilinden, o eksilmeyecek acılar için dinleyeceği şarkı ve Hasan Hüseyin’in Nâzım’ı selamladığı mısraları dökülüyor: “İşten çıktım sokaktayım, gece leylâk ve tomurcuk kokuyor. Haziranda ölmek zor...”

Ankara, her zamankinden gri. Haziranda hep böyle miydi hava, yoksa yaşanılan günlerin sanki tarihin bir yerinde, bir öyküye yakalanmış gibi hissettirmesinden mi bu rüya?
Ayaklarının dibinde bir insan vurulmuştu birkaç gün önce.
“Kurşun sıktılar” demişlerdi de inanamamıştı bu kalabalığa kurşun sıkılır mı diye?
Kurşunmuş.
Daha birkaç gün önce, bu meydanda, Ankara’da geçmemenin imkânsız olduğu bu yaşayan alanda koşuşturuyordu ölesiye.
Gençlik işte.
Şimdi, bu grilikte, “Ethem’in hesabı sorulacak” diye bağırıyordu herkes.
Kimisi ilk kez öğrenecekti, bu ülkede bu davaların nasıl yürüyeceğini, birileri ise zaten biliyordu da olan bitenler bozmuştu ezberini.
Ayağının hemen yanı başına düştü bir gaz fişeği.
Daha bir dakika önce bombalardan bir tanesi yanındaki orta yaşlı adamın alnında patlamış, kanlar içinde yere yığılan adamın, bisikletten üretilmiş “ambulansa” bindirilerek, kapısında “sahra” yazan kafeden bozma revire götürülmesi sadece birkaç dakika sürmüştü.
Bisikletin arkasına iliştirilmiş sepetimsi koltuktaki kanlar hızlıca temizlendi.
Herkes nasıl duyuyordu sesini, sireni sadece zilden ibaretti.
Karanfil Sokak’a yürüyordu ki yüzüne sıkılan sıvıyla irkildi. Maskeli, beyaz gömlekli gençler, gözünü gazdan açamayanlar için hazır bekliyordu.
Yanı başlarında “vandalların” neden bilinmez dokunmadığı, tokadı atıp limonlarını almadığı, öğrencilerin iki limonu bir liraya almak için pazarlık ettiği küçük limon satıcısının yorgunluğu.
***
Ankara, her zamankinden gri.
Bir yandan sarı, bir yandan mavi.
Nâzım gibi.
“Havada konuşmamanın, görmemenin ağır hüznü.”
Ve bir yandan, “Motorları maviliklere süreceğiz” diyen coşkulu sesi.
Taksim yazıyor, Çankaya’yı gösteren tabelada, Tahrir hemen altında.
Altındaki yazılar okunmaz olmuş, hiçbir yazı, hiçbir adres, hiçbir tabela doğruyu göstermiyor artık.
Yeni bir dünya bu.
Darbeden ve sonrasından başkasını görmeyenlerin tanımadığı.
Tanımayanların birbiriyle tanıştığı, tanışmayanların birbirini zaten tanıdığı.
***
Bir gaz fişeği daha düştü ayağının yanı başına.
Henüz bilmiyordu, bunlardan birinin düşeceğini 15 yaşında bir çocuğun kafasına.
Ve tanımadığı bir çocuk için gözlerinin yaşaracağını ve gözlerini fişeklerle kaybedenlerin gözlerinin yaşarıp yaşarmadığını bilmediğini düşüneceğini henüz bilmiyordu.
Ayaklarının dibine bir insanın düşüverdiği yere doğru yürüdü.
Darbe yapmaya niyeti yoktu, niyetlense ne yapacaktı ki misal, bilmiyordu.
Asgarisini ödeyebildiği kart borcunun ay sonunda katlanacağından ibaretti faizle ilgili tek bildiği ve lobilerin ne iş yaptığını da bilmediği diğer şeyler gibi bilmiyordu.
Bir arkadaşı kızıyordu sokağa çıkanlara, katıldığı hükümet mitinginden sonra buluşacaklardı belki.
Bir komşusu alkışlarken kendisini, diğeri söyleniyordu sürekli, eskiden yaptığı gibi.
Bildiği, doğduğundan bu yana böyle güçlü, böyle özgür, böyle mutlu, böyle hüzünlü, böyle ağır, böyle hızlı, böyle kutsal ve böyle kutsallardan uzak hissetmediğiydi.
Bildiği, hep korktuğu, korkutulan sokağı ilk kez sevdiğiydi.
İlk kez özgürlüğü için sesini yükselttiğiydi.
***
Gezi Parkı neresidir bilmiyordu, hiç gitmemişti.
Haberleri okuyordu gündüzleri, top oynayanları Taksim’de, özgürce yürüyenleri.
Tunalı’daki neşeli kalabalık.
Gece 12’yi geçti mi, “Kenedi”.
Ankara’da sürekli neşe, sürekli gaz, sürekli yere düşenler, bazen “görülmemek” duygusu ama sürekli aynı şarkı, önceleri bilmediği:
Çiğdem Toker’in Kuğulu Parkı:
“Akşam laciverdini seyre dalarken, neyi özlediğini hatırlamazken...”
***
Yürüdü, artık Tunalı vaktiydi ve şimdi, Meşrutiyet’ten geçmesi gerekecekti.
Karşısı Başbakanlık, günlerdir polisin tuttuğu tek köşe, tek alan.
Herkes mevzilenmiş,
Ankara’yı kim böyle görebilirdi ki?
Az ileride ateşler yakılmış.
Buğusunda ısınan yüzlerdeki duman, gaz bombalarının dumanıyla karışmış.
Ayağını attığı anda, bir fişek bitti yanında, bir adım daha, bir fişek daha.
Hareket eden bir tek kendisiydi Meşrutiyet girişinde o anda. Koşarak çıktı yukarıya doğru.
Şimdi bir tarafta polisler, yorgunluktan bitap düşmüş çevik kuvvet, bir tarafta gizlenmekten yorulmuş siviller, bir tarafta yukarıya yürüyenler.
Bir garip ülkenin, bir garip, komik, üzgün, neşeli, hüzünlü, güzelliğinden değil, hücrelerine kadar yaşayabildiğin için sevdiğin başkenti.
Hiçbir tartışmanın, hiçbir iktidar oyununun parçası değil, hiçbir koltuğun, hiçbir korkunun da.
Küfürlerden, kötülükten, öfkeden öyle uzak, yaşamak.
Ciğerlerine kadar.
Daha yaşarken, bütün o duyguları unutmaktan ölesiye korkuyor.
Dilinden, o eksilmeyecek acılar ve yakıcı hüzün için dinleyeceği şarkı ve Hasan Hüseyin’in Nâzım’ı selamladığı mısraları dökülüyor.
“İşten çıktım sokaktayım, elim yüzüm başım gazete..sokakta tank paleti, sokakta düdük sesi, sokakta tomson, sokağa çıkmak yasak... Sokaktayım, gece leylak ve tomurcuk kokuyor... Haziranda ölmek zor.”