Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Bazı memleketlerde sadece aşkla anılan aylar, bu memlekette katliamların ve acının tarihidir.
Bu nedenledir belki de; özgürlük ve sevda türküleri yerini kahramanlık masallarına, genç ölümlerin uğurlanmalarına, ihanetle başlayan uzun cümlelere hemen bırakabilir.
Daha birkaç gün önce can kulağıyla dinlenen mağdurların adı “Hak etmiştir” artık, daha birkaç gün önce “Çok zulüm gördüler” denilenlerin adı “Yapmasaydılar.”
Bütün bir evreni ele geçirmiş ezberin krallığı yeniden başladığında, gözyaşları bir köşeye sinmiş, görenlerin gözleri de körleştirilmiştir.
İşte gelmekte olan eylül, o ezberlerin birincisidir.
* * *
“10 yıl yattım ben cezaevinde. 1981 Ocak’tan 1991’e kadar. 8 yıl Diyarbakır Cezaevi’ndeydim. Cezaevine girdiğimde 19 yaşındaydım. Gözaltına alındık, 2.5 aylık bir süreden sonra cezaevine getirildik. 2.5 ay sonra Diyarbakır’a gittik. İlk Diyarbakır’a getirildiğimizde, erkeklerle birlikteydim. Onları dövüyorlardı. Tek kadın bendim. Beni içeriye götürdüler. Su istemeye yeltendim. 3 gün sonra hücrede gözümü açtım. Soyunmuşum, soymuşlar beni. Karşımda köpek Co. Üzerimde birkaç kâğıt. İstiklal Marşı, Andımız, birçok marş yazıyor, altında da ‘Bunlar ezberlenecek’ yazılı. Arkamı dönmemem gerekiyormuş, su istemek için dönmeye yeltenmiştim sadece, o yüzden dövmüşler. 3 gün sonra ‘Giyinsin, getirin’ diye Esat Oktay talimat verdi. Benden marşları okumamı istedi. Donmuş durumdayım, dayak yemişim, bu şekilde marşları söylenmem isteniyor. ‘Hatırlamıyorum’ bile diyemedim. Kâğıdı almıştım elime. Elimden aldılar kâğıdı. Korkuyordum titriyordum. Hatırlayamayacağım kadarıyla, üzerinde ‘imansız’, ‘diazen’ yazılı coplarla giriştiler bana. Sonra yine hücrede buldum kendimi yine. Yine yanımda Co, yine o durumda uyandım. Kıpırdayacak durumda da değilim. Köpek saldıracak diye korkuyorum. Koğuşa götürdüler sonra beni, ortasına attılar, ‘Akşam görüşürüz’ dediler. Akşama kadar kalkamadım yerimden. Suyun içindeki bir hücreydi zaten. Akşam, sayısını bilemeyeceğim kadar çok asker, 13-14-15 yaşında kızlar vardı içimizde, kimseyi gözetmeksizin, sabah akşam işkence ettiler bize, dövdüler. Havalandırmayı boklu su doldurup, içine atardılar bizi. Öyle bir kar yağardı ki o boklu suların içine, bizi izlerler, marş söylememizi isterlerdi. 140 marş ezberlememizi istediler, tam 140 marş. Her türlü işkence diye vurgulamamın sebebi de kadın kimliğimiz zaten. Her şeyi yaptılar bize. İşkence yapılırken, bazılarımızın eş ve çocuklarına camdan izletirdi Esat Oktay. Köpeğinin ısırmadığı kimse kalmamıştı. Cinsel organım parçalandı benim. Hâlâ tedavi olamadım. Ben onunla yaşamak istiyorum, unutmamak için.”
* * *
Büyük seslerle açılan soruşturmaların hepsi bir bir düştü.
Darbeyi yapanların yargılandığı ana dava darbecilerin ölmeleri üzerine gizlendi rafa.
Savcılık, 3 yıldır açmadığı soruşturmayı yeni açtı yaşlanmaktan hatırlamaz olmuşlara.
Diyarbakır Cezaevi dosyasındaki o ifadeler de, “zaman aşımına” yenildi.
Zaten zaman aşımı da bir ezber değil miydi?
Daha 3 gün önce anlatıldığında herkesin inandığı o beyanlar, şimdi yine terörist ifadeleriydi.
* * *
Faili meçhul cinayetler dosyalarının yerleri tek tek değişti.
Bütün mahkemelere göre, sanıklar değil, mağdurlar tehlikeliydi.
Sanık komutanlar beraat ettirilip, yeniden bölgeye gönderildi.
Terfi etmiş ve yeni görevlere hazır biçimde isimsiz birer “kahramanlar” yeniden şimdi.
Marşların sesi açıldı, sloganların sesi yükseltildi.
Özgürlük-güvenlik diye açıklanan manasız dengenin terazisine, gizlenmiş ağırlıklar yüklendi.
Orta yaşa yaklaşanların bütün ömürlerini kuşatmış, gençlerin bütün ömürlerine talip, yaşlıların ömürlerinin yarısını kaplamış bir karanlık pusudan çıkmış büyümektedir şimdi.
Başka memleketlerde aşk, buralarda ağlamak demektir sonbahar.
Ağır ve sancılı bir yaz geçti.
Mevsimler böyle geçiyor buralarda.
Sonbahar yaklaştı, eylül geldi.