Lütfullah Tacik’in “şüpheli ölüm” olarak yaşama veda ettiği gün 31 Mayıs 2014 akşamıydı. Kamera sistemine bir zahmet bakıldığı tarih 2 Haziran, mesai sonrası. Koca merkezde yüksek voltajdan bozulan da sadece bu kameraydı...
O kameralar ve kayıtları hep bozuktur. İşkence iddiası varsa bozuktur, “dur ihtarına uymayan” başından vurulduğunda bozuktur, Danıştay cinayetinde bozuktur, tecavüz iddiası varsa bozuktur.
O kameralar, şüpheli hanesinde “devlet” yazdığında bozulur.
Lütfullah Tacik dosyasında da “dayak yediği” iddia edilen anın görüntüleri istendiğinde yanıt sürpriz olmadı.
İki bilirkişi “polis” yollandı, durum tutanak altına alındı:
“Geri Gönderme Merkezi binası içerisinde kamera kayıt sisteminin olduğu, ancak olay yerini gösteren kameraya bağlı DVR cihazının saat ve tarihinin yanlış olduğu tespit edilip, olayın olduğu anın kayıtlarına ulaşılamadığı, olay yerini gösteren kameraya bağlı DVR cihazının yüksek voltajdan dolayı hard diski arızalanmış ayrıca olay mahalli olan TV odasındaki kamera kayıt sisteminin olmadığı tarafımızca tespit edilmiş ve bu durum ile ilgili Karel yıldız telefon servisinin tanzim etmiş olduğu tutanak tarafımızca alınmıştır.”
Tacik’in “şüpheli ölüm” olarak yaşama veda ettiği gün 31 Mayıs 2014 akşamıydı.
Kamera sistemine bir zahmet bakıldığı tarih 2 Haziran, mesai sonrası.
Koca merkezde yüksek voltajdan bozulan da sadece bu kameraydı.
Ölüme giden yol
Lütfullah Tacik Afganistan’da doğdu.
Büyüdüğü, koşuşturduğu sokaklarda hiçbir şeye aldırmadan oynarken, o sokaklarda yaşlanamayacağını bilmiyordu.
Afganistan’ın sokaklarında “yaşam” yoktu, sadece gerçek vardı.
Daha yeni büyüyordu ki bombalar, cinayetler, tecavüzler, yasaklar ve fakirlikle boğuştu.
Belki bir başka dünya, belki bir başka hayat mümkün diyordu ki 17 yaşında yola koyuldu.
Mademki kimse seçemiyordu doğduğu ülkeyi ve içinde olduğu aileyi, bir başka ülkede, bir başka hayat da mümkün demekti.
Doğduğu yerlerle övünenler, o duyguyu pek bilmezlerdi ama avuttu kendisini. Kaç kişi bununla övünürdü ki?
Yola çıkmadan çalıştı, para denkleştirdi.
Önce, aynı hayali paylaştığı halasının oğluyla birlikte İran’a gidecekti.
15 Mayıs’ta, İran’da Mahmut’la tanıştı. Bütün parası karşılığında kendisini Türkiye getirmesi için anlaştı.
İkinci durağı sınırda bir köy eviydi.
Türkiye, evde bulunan 20’ye yakın Afgan’ın ortak hayaliydi.
Yola çıktılar, sazlıklardan, sulardan geçtiler, tepelerden dağlardan, kimse bir şey anlamamıştı ki: “Geldiniz, burası Türkiye” dediler.
Bir hayattan, bir hayata geçmenin kolaylığına şaşırıyordu ki asfalt yola çıkıp bindirildikleri minibüs askerlerce durduruldu.
Artık, bilmediği bir ülkenin jandarma karakoluna getirildi.
İstanbul’a götürülmek için anlaştığı Mahmut’un isminin bu olmadığını burada öğrendi. Safça, insan kaçakçılarını şikâyet etti.
Ölüme giden merkez
Yasadışı Göçmen Mülakat Formu’nda beyanları işaretlendi.
“Afganistan’dan daha iyi bir yerde yaşamak için” geldiğini söyledi, “Türkiye’de kalmak istiyorum” dedi.
Bilemezdi ki sadece 16 gün kalabileceği ülkeden, günlerce morgda bekletilen cenazesi büyüdüğü sokaklara dönecekti.
İfade verdikten sonra Çocuk ve Gençlik Merkezi’ne gönderildi. 18 yaşından küçüklerin, yani çocukların prosedürünün farklılığına rağmen ilk fırsatta sınır dışı edilecekti. 27 Haziran’da merkeze polisler geldi, hastaneye götürülecekti.
Geri Gönderme Merkezi’ne getirildi. Bir polis yaklaşıp yaşını sorduğunda “17” dedi.
Arkadaşlarının anlatımına göre, yanıt vermesiyle, “Yalan söyleme” diyen polisten darbeyi yedi.
Sonra bir tane daha.
Büyük gösterdiği için dayak yediğini anlattı arkadaşlarının yanına oturduğunda.
Morali bozulmuştu ki başı aniden düştü yana.
Arkadaşlarına göre, yine aynı polis geldi yanına ve başına vurarak bağırdı: “Rol yapma”.
Hastaneye bir saat beklemeli getirildi.
Müdahale edildiğinde artık çok geçti.
Yaşatmak için tutulduğu yoğun bakımda, 31 Mayıs’ta, daha 17 yaşında yaşama veda etti.
Tanıdık işlemler
Tanık çocuklar, sınır dışı edilmekten korkuyordu. Tacik’e vurduğu iddia edilen, aynı şubedeki polis arkadaşları aldı ifadelerini. Çocuklar, “sadece tokat” diyebildi ama günler sonra savcı nezaretinde o polisi de teşhis etti. Olay yeri tutanağı önemliydi.
Tacik’e vurduğu iddia edilen polis itinayla doldurup o tutanağa imza attı.
Bazı çocuklar ise hızla “sığınma” hakkı verilip, Van’dan gönderildi. Aynı umutla gelen ve sınır dışı edilmeyi bekleyen halasının oğluna, “lösemiden” öldüğü söylendi.
Ne kuzeni ne Tacik bilmiyordu o dakikaya kadar “lösemiyi”.
Otopsi yapıldığında da belirtilmedi ölüm nedeni.
Ancak beyin ve beyincikteki ağır ödem ve kanama bir zahmet kayda geçirildi.
Savcılık, Trabzon Adli Tıp’tan sordu ölüm nedenini.
Sadece, “Biz bilemeyiz, otopsiyi yapanlara sorun” yanıtı geldi.
Yurtdışı yazışmalarda ise hiçbir şey belli olmadan, “beyin kanaması” ya da “lösemi” denildi.
Afganistan’daki aileden vekâlet bile alamayan Avukat Mahmut Kaçan’ın gayretleriyle tam 73 gün sonra o polisin ifadesi alınabildi.
Kuşku yok ki “Bilmiyorum, görmedim, konuşmadım, dokunmadım” dedi.
Kırmızı telefon
Tacik, bir umudun peşindeydi.
Öldü, 17’sindeydi.
Şükrüllah ile Bibişah’ın oğullarıydı, doğduğunda bayram ettikleri.
Günlerce morgda bekledi cesedi, doğduğu topraklara, Meymene’ye defnedildi.
Geride bir şey bırakamadı.
Hâlâ açık dosyası.
Ölümü bir yana, çocuğa işkenceden ne tutuklanan, ne açığa alınan var hâlâ.
Ama yazılmış tutanakta büyük bir itinayla:
“Sınırdan geçmiştir, üzerinde sadece kırmızı kaplı telefon çıkmıştır, parası çıkmamıştır, geçiş cezası 2 bin lira.”