Tüm dünyada çok eleştirilen ana akım gazeteciliğin belki de en iyi yönü, anımsatabilme gücüdür.
Haberin yönü, başlığı, sunumu nasıl olursa olsun, olayları unsurlarıyla anlatma zorunluluğu, yönlülükten arındırıldığında çıplak bir gerçeğin ortaya çıkmasını sağlar.
***
Şubat 2011’de Cebeci kampüsünden akşam saatlerinde çıkan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin iki asistanı Cenk Yiğiter ile Hakan Mertcan caddeden gelen feryatla şaşırdı.
Hukuk ve adalet gibi kavramlar kâğıt üzerinde kalacak değil ya, Yiğiter ve Mertcan, bu ülkede en yapılmaması gerekeni yapıp, hemen oraya koştular.
“Ne oluyor?” diye bağırarak engellemeye niyetleniyorlardı ki adam bir anda, “Ne karışıyorsunuz?” diyerek onlara saldırdı.
Bu sırada adamın yeğeni olduğu anlaşılan bir kişi de iki asistana saldırmaya başladı.
Kadını darptan kurtarmak isteyen iki bilim insanına sokaktan geçenler bile vuruyordu.
Şiddeti engellemek istemek gibi bir hata yapmışlardı.
Saldırgan adam ve yeğeni ile birlikte iki asistan hakkında da dava açıldı.
İndirimli cezası ertelenen iki saldırganın yanında mahkeme, anlaşılmaz biçimde, kafasını çevirip gitmeyen iki bilim insanını da cezalandırdı.
Zaman geçti, şiddetten uzak, barışçıl bir toplumdan bir adım ötesini istemeyen iki bilim insanı, yine hiçbir suçlarının olmadığı darbe girişimi nedeniyle çıkartılan KHK ile üniversitelerinden atıldı.
Söylenmeyen gerekçe, zaten idari soruşturma konusu olmuşken ve terör vs. ile hiçbir bağlantısı kurulamazken nasıl bir ilgi kurulduysa KHK konusu yapılan imzalarıydı.
Bazı insanların, hoşa gitmeyen dillerinden olsa gerek, hikâyeleri her dönem aynıydı.
***
Yüksel Caddesi’nde işini geri istediği için hemen her gün gözaltına alınıp bırakılan Veli Saçılık da her dönemin mağdurlarından.
Saçılık, bir bildiri dağıttığı için tutuklanıp Burdur Cezaevi’ne konulduğunda, gencecik bir insandı.
1999’da, devlet de cezaevlerine müdahaleye hazırlanıyordu.
Önce Ankara Ulucanlar Cezaevi’ne, “mahkûmların yer yokluğu nedeniyle farklı koğuşa geçmeleri” gerekçe gösterilerek operasyon başlatıldı.
İki görüşmeyle çözülebilecek sorun operasyonla çözülmek istenince, 10 mahkûm yaşamını yitirdi, onlarca mahkûm yaralandı.
Hemen ardından Burdur Cezaevi operasyonu geldi, Aralık 2000’de ise Hayata Dönüş adıyla kamuoyuna duyurulan Tufan.
Saçılık, Burdur Cezaevi’ne yaz aylarında düzenlenen operasyonda, cezaevi duvarını yıkan dozer kepçesinin ardında insan olup olmadığını düşünmeden vurduğu darbeyle, kolunu kaybetmişti.
Saçılık, bir köpeğin ağzında bulunan kolunu geri alamadı, devletten 150 bin TL tazminat kazandı.
Cezaevine girmesine yol açan davadan beraat etti.
Sınavlara girdi, başvurular yaptı, kamuda, üstelik İçişleri Bakanlığı bünyesinde çalışma hakkı kazandı.
Devleti ise yıllar sonra ödediği tazminatı faiziyle geri alabilmek için harekete geçti ve mahkemelerden ardı ardına kararlar çıktı.
Cezaevinin yıkılan duvarının parası da Saçılık’tan istendi.
Ödemesi gereken rakam milyon liraları bulmuştu ki AİHM’den, “Kusurlu olan devlet, alacaklardan feragat ederek Saçılık’a mahkeme masraflarını ödemelidir” kararı geldi.
Saçılık kazanmıştı.
Tüm bunlar olurken üniversiteyi bitirdi, “sosyolog” unvanını kazandı, terfi etti.
Hakkında tek bir soruşturma yokken, hiçbir ilgisinin bulunmadığı darbe girişimi gerekçe gösterilerek ihraç edildi.
***
Saçılık’ın tüm bunların yaşandığı 17 yıl boyunca en büyük destekçisi annesi Kezban Saçılık’tı.
Cezaevi önünde dövüldü, oğlu mahkemelere çıkarılırken dövüldü, şimdi de Yüksel Caddesi’nde dövüldü.
Oğlunun hakkı dışında bir talebi olmayan Kezban Saçılık yerde sürüklenirken, birileri hiç sıkılmadan, “Ne işi varmış orada, terör, terör, terör” diye soruyor.
Sakin sakin açıklıyor Kezban Saçılık, “17 yıl önce de cezaevi önünde dövdüler beni. Üzerimde yeşil eteğim vardı. Bana su sıkıldığında sıyrıldı. O gün bu gün etek giyemedim. Oğlumu neden işten çıkarttınız? Suçu neydi? Hakkını istiyor, yanına gitmeyeyim mi? O gün de bugün de canım yanmadı, yüreğim acıyor.”
Yerlerde sürüklenen resminin üzerine, Saçılık’ın feryadından alıntılayarak yazıyor insanlar şimdi:
“Bu fotoğraftaki kadın benim de annem.”
***
İlkel kabileler, polis devleti ile hukuk devleti arasındaki farkı, temel haklara duyulan saygı belirler.
O temel hakların başında da “masuniyet hakkı” ve “masumiyet karinesi” geliyor.
İnsanın bedeninin, vicdanının, fikrinin “dokunulmazlığı.”
Suçlanan kişinin suçsuzluğunu ispatlaması değil, suçlayanın suçu ispat yükümlülüğü.
Devletlerin görevi, suça karışmamış, kimlerin elinde olduğu şimdilerde daha net görülen kırık dökük yargının kararıyla haksız yere gözaltına alınmış ve bu gözaltılardan, tutukluluklardan tazminat kazanmış insanları kriminalize edip, “terörist” yaftası yapıştırmak değil.
Ve hatta devletlerin, “suça eğilim” gördüğünde bile buna yönelik koşulları ortadan kaldırma yükümlülüğü var.
Çok uzun yıllardır dönemin ruhuna göre hareket eden yargı ve polisin gözaltı ve tutuklama sicilinden, arşivlerden, masum olanın suç makinesi, suçlu olanın masumiyet sembolü çıkabileceği gayet açık görülüyor.
Ön yargılarla, sloganlarla, “olsa olsa” yorumlarıyla yürütülen süreçleri tarihsel olarak savunabilmek de bu yüzden mümkün olmuyor.