Güneşe baktı. Kimse neden güneşe böyle baktıklarını anlamazdı.
Sadece kulaktan kulağa söylenirdi, güneşe sabah ve akşam bakıp ibadet yaptıkları.
Birileri Kürt olduğu, birileri Türk olduğu için acılar çekerken, onlar hem Kürt, hem Türklerin arasında yalnızdı.
Şeytana taptıkları söylenir, çocukluktan itibaren taşlanırlardı.
İnançlarını anlatmazlardı, anlatma gereği de duymazlardı.
Doğayı, güneşi, kainatı severlerdi, diğer bütün dinlere ve o dinlerin kitaplarına saygılılardı.
Kimseye zarar verdiklerine, bir kişi olsun tanık olmamıştı. Ama bu coğrafyada, kimselere zarar vermemek değildi aslolan. Kalabalıktan farklı olmak, taşlanmakla eşanlamlıydı.
* * *
Mardin uzaktı, Irak çok uzak.
Daha dün akrabalarının bir bölümü Fransa’ya gitmek için yola çıkmışlardı.
Fransa herhalde daha uzaktı.
Saçları yanlardan aşağıya kadar örgülü anne, küçük kızının kulağına fısıldadı:
“Bir gün, barış geldiğinde geri döneceğiz. Bizim vatanımız burası, köyümüz bekleyecek bizi.”
Küçük Süreyya, saçını örerken annesi gibi düşündü:
“Madem vatanımız, neden gitmemiz gerekiyor ki?”
Gerekiyordu. Askerin neredeyse her gün baskın yaptığı köyler bir bir boşalmış, Ezidilerin büyük bölümü yurtlarını bırakmıştı.
Kalan köyler, civar köylerden korkardı.
“Hoşgörü diyarı” Anadolu’da azınlıkta kalmak, korkmak için yeter de artardı.
Yıllar önce öyle uzaktan gelen adamların da değil, bir kargaşa anında kapı komşularının yapabildiklerine tanık olduklarında az kalmanın yok olmakla eşdeğer olduğunu anlamışlardı.
Gitmeleri gerekiyordu.
Süreyya’nın ağabeyi öldüğü gün aslında gitmeleri gerekiyordu da bıyıkları bin metreden fark edilen babası, bırakamamıştı yaşlılarını, toprağını.
* * *
Süreyya o zamanlar 9-10 yaşlarındaydı.
Kızların, bütün Anadolu’da olduğu gibi Ezidiler arasında da “şanssız” olduğunun farkındaydı.
Annesinden, teyzelerinden, halalarından dolayı biliyordu daha küçük yaşta Anadolu’da kadın olmayı.
Ama bütün toplumların geri kalmış yanları tartışılırken, üzerine üzerine gidilirken, Ezidiler için böyle bir şans bile hiç olmadı.
Onlar yaşayabilmek, ayrılmadan kalabilmek, garipsenmemek için yaşardı.
Kayıplarının yasını tutmaya bile vakit kalmazdı.
Ya meraklanırdı çevredekiler, ya yok sayardı.
Arasında bir yerde dünyanın hiç duramamışlardı.
Çıkıp da Mardin’den ilk kez, Irak’a vardıklarında, ilk kez daha fakir ve yalnız bir dünya gördü Süreyya.
Babası, “Laleş’e ne kadar yakın gittiğimiz köy bilsen. Ne çok tanıdığımız, akrabamız var bilsen. Çok seveceksin burayı” diye fısıldadı.
Gittikleri yerde, hiç görmediği kadar çok Ezidi vardı.
Herkes bildikleri, yasaklı dillerinde konuşuyor, ibadet ederken durmadan birileri karışmıyordu.
Böyle büyüdü Süreyya.
Hikâyeler, yurtsuzluk ve özlem duygularıyla.
Ezidi kadınlar, sadece Ezidilerle evlenirdi.
Bir Ezidi’yle evlendi daha 16’sında.
Bir kez, sadece bir kez daha gidebildi Mardin’e geride kalan hayatında.
İki damla yaş geldi gözlerinden, bakarken, arabayla geçerken gördüğü köyündeki derin boşluğa.
O an anladı ki, artık hayatta olmayan annesi gibi kendisi de hiçbir zaman dönemeyecekti yurduna.
* * *
Kürtlerin kimyasal bombalarla öldürüldüğü haberi geldiğinde, kaçanları misafir etmişlerdi evlerinde.
Bir bölümü daha doğuya, bir bölümü kuzeydeki Türkiye’ye kaçıyordu çaresizce.
Savaştan kaçmanın ne demek olduğunu o zaman gördü.
Zulümden kaçmaktan bile kötüydü.
Üzerlerindeki elbiselerle kilometrelerce yürüyen her aileden birileri kalmıştı yollarda.
Ne mezar, ne yas, ne elbise, ne gözlerde yaş.
Sadece, öyle avcıdan kaçan çaresiz ceylanlar gibi, başka bir yırtıcıya yakalanmadan, bir başka avcı vurmadan kaçma telaşıyla.
Geride ne bıraktığına bakmadan, tutacağın yasların sayısını tutmadan, yaşamak umuduyla.
Yıllar geçip de çocuklarına o günleri anlattığında, yine de şanslı olduklarını söyleyecekti, çocuklarının kara gözlerindeki şaşkınlığın mutluluğuyla.
* * *
Ne zamandır, bulundukları coğrafyaya uğramayan acının geri geldiğini, kucaklarında çocuklarından başka bir şey taşımayan ilk misafirleri geldiğinde anladı Süreyya.
Ezidilerin çok azı kaçabiliyordu.
Kaçabilenler, kaçırılan kadınları, ölen çocukları, dağın başında açlıktan ve zehirli yaprakları yemekten ölmüş insanları anlatıyordu.
Kimi, annesinin yolda öldüğünü, kimi kardeşinin ilk baskında dini sorulduğunda öldürüldüğünü.
Dağa kaçanların oracıkta kapanıp kaldığını anlatıyordu biri, biri kaçmayanların nasıl yok edildiğini.
Biri, komşularının da gelenlerle birlikte kendilerini yok ettiğini.
Sesler yaklaşıyordu.
Süreyya ve kocası da sesleri tanıyordu.
Kalktılar, Ezidilerin çarhazırlamaya alışkın olduğu bavullarını alıp, geldiler.
Şanslılardı, hâlâ 3-5 akrabaları kalmıştı.
Urfa’ya göçtüler.
Yolda giderken, uzaktan boş köylere, boş gözlerle bakmıştı Süreyya.
Özlemek, geride, çok eskide kalmış bir duyguydu artık.
Anlamıştı, sadece ve sadece ölmemek için gelmişlerdi onlar yaşama.