Bu hafta, ‘70’li yıllar Ege’sinin sahil kasabalarından birinden çıkageldi evime bir grup deli karakter. Yazarının gözlerinden taşıp döküldükleri beyaz kâğıtlarda edebiyatın rahle-i tedrisinden geçen ‘öykü’lerini sırtlanarak. Buyur ettim içeri. Kahveye hayır demediler. Her biri gönül rızasıyla seçmiş deliliği. İçlerinden Perizat’ın söylediğine göre kötülük yapmaktan, başkalarının hayatına müdahil olmaktan, onları değiştirmeye çalışmaktan, yaşamak için başkalarını ezip geçmekten vazgeçene biçiliyormuş deli gömleği o vakitler. (Şimdi de öyle değil mi?) Gömlek lafın gelişi, onlar elmas bir gerdanlık gibi boyunlarına takmışlar deliliği. O gerdanlıktaki edebiyat işçiliği öyle her öykü kitabında karşımıza çıkanlardan değil. Bayağı usta işi. Ustanın adı Çağan Irmak. Kitabın adı “Gözümden Deliler Taştı”. Doğan Kitap yerleştirmiş ‘elmas’ vitrinlerine.
İlk deli Cigaralı Naciye. Kasabaya gelen hiçbir filmi kaçırmamış. Bazılarını, repliklerini ezberleyecek kadar, defeaten izlemiş. Ama işte hayat. Gel zaman git zaman, yaşlanmış, sinemaya gidemez olmuş Naciye. Bundan sebep gül gibi solmuş hasta yatağında. Fırıncıların Neriman bulmuş çözümü. ‘Dilbaz mı dilbaz, sus desen susmaz, bir gördüğünü öldür Allah bir daha unutmaz, bütün filmleri beş kez seyreden‘ çocuğun birini görevlendirmişler. Çocuk her çarşamba izlediği filmleri perşembeleri gidip anlatmış Naciye’ye, “Türkan Şoray’ın evvela hangi gözünden yaş geldiğine dek”. O çocuğa tüm öykülerde rastlıyoruz. Asıl büyük deli o. Kasabanın her delisini gözlerine kaydediyor.
Ardından Haktan’la sohbete başladık. Çok aşk hikâyesi dinledim. Ama onunki kadar güzeline, içtenine, şefkatlisine az rastladım. Çocukluğundan alıp baştan sona anlattı öyküsünü. Deniz tutkusunu, gazinoda işe nasıl başladığını, Ergun ve Pakize ile tanışmasını, işleri nasıl büyüttüğünü… Sır gibi tutulan aşkın kederini. Ağlaya ağlaya anlattı. Ağlaya ağlaya uykuya daldı çocuk gibi, kedilerimle paylaştığı kanepede. Benim babaannem de derdi “Uyuyanın üstüne karlar yağarmış”. Örttüm üstünü.
İyiliğinin içinden geçtim
“Kenarları fırdolayı iğne oyası, gün görmüş geçirmiş, kar beyazı ipek mendiliyle” geldiğinden beri kitaplığımdaki kitapları inceleyen Hüsniye Hanım oturdu yanıma az sonra. Cumhuriyet’in ilk genç kızlarındanmış kendisi. Mahallenin ortasındaki çöplüğe her gün kova kova insan dışkısı bırakan bir başka delinin izini nasıl sürdüğünü anlattı. Bu süreçte ruhuna sık sık Fatiha okuduğu Agatha Christe’nin rol modeli olduğunu. Bayıldım hikâyesine. Hem çok güldüm hem de beraberinde getirdiği manevi kızı Sevinç için gözyaşı döktüm. Bu ülkede kadınlar, ister roman karakteri olsun ister gazeteci, bir araya geldiklerinde ‘kadınların değişmeyen ortak yazgı’sına birlikte ağlamayı bilirler. Birileri arkalarından deli dese de. Ki o deliler, hemen ardından silip elinin tersiyle gözyaşını, kurtarıverir hayatını Sevinç gibilerin. Suya geri gönderilen bir deniz yıldızı misali.
Derken Tanrı anlatıcı İzmir’in kenar mahallelerinden birinden kasabaya pazar günü denize girmek için gelen genç adamın hikâyesine başladı. Denizi paylaşamayan kasabalılarla denize hasret çekenlerin hikâyesini. Tanrı anlatıcıya göre “Bütün bu olup biteni sadece çocuğun biri hissedebilirdi ama o da büyüdüğünde anlayıp kelimelere dökebilirdi”. Bütün deliler, kendilerine hayat veren en deli çocuğun elinden çıkmamış mıydı zaten. Mevta, onların en hüzünlüsüydü. Zaten hikâyenin geçtiği o pazar günü ‘o çocuğun kalbine bir öküzün gelip oturduğu ilk gün’ olmuştu. Nasıl yazmasındı?
Elektrikçi Kemal sözü aldı birden. Bütün deliler toplanıp onun tatlı hikâyesine kulak verdi. “Ben buradayım, varım demenin, heyecanı her daim diri tutmanın, hayattan keyif almanın yollarından birinin küsmekten geçtiğine inanan” Kemal anlattı, biz güldük. İnsana en iyi gelen şeylerden birinin yine insanın masumiyeti olduğuna karar verdik. Bizim ‘en deli’ çocuğun deyişiyle ‘70’lerin uvertürü’ domatesi kestim tabaklara. Tuz ektim üstlerine. Harun’un fırınından yeni çıkmış dumanı üstünde tüten ekmekleriyle birlikte yedik.
Son olarak da gelinliğiyle gelen Perizat’ı dinledik. Bu ‘gerçek’ deliler topluluğuna ‘kurgu’ marifetiyle gelin gelmiş Perizat. Bir o anlattı, bir bizim ‘en deli’ çocuk, kesişen hikâyelerini. Anneli annesiz Perizat’ın Haktan’ınkiyle yarışan aşk hikâyesinde, birini güzel sevmenin inceliklerinin tadına vardık bir kez daha. Gerdanındaki gözü yaşlı elmaslara hayran kaldım.
Birkaç gün sürdü onları evimde ağırlamam. İyiliğin içinden geçtim o günler boyu. İyi hissettim. Tarifsiz güzellikte insan manzaralarına şahit oldum. Ayrılık vakti geldiğinde onları Simon &Garfunkel’in “The Sound of Silence”ıyla yolcu ettim kitaplığıma. En son da, büyüdüğünde, çektiği filmlerle yetinmeyip bu şahane delilerin öykülerini edebiyatın süzgecinden geçirip kendi deyişiyle ‘dümbür dedik edip anlatan’ en deli çocuğa, Çağan Irmak’a teşekkür ettim içimden. Sonra da işte bu yazıyı yazdım.
İyi pazarlar.