Filiz Aygündüz

Filiz Aygündüz

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Ingmar Bergman… İsveç’ten çıkıp tüm dünyayı etkisi altına alan, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük auteur’ü benim için. Kamerayı kalem gibi kullanan, büyük bir edebiyatçı aynı zamanda. Hangi filmini izlesem, diyalogların altını çizme isteği duyarım. Çok uzun yıllar önce DVD’de izlediğim “Bir Evlilikten Sahneler”in kimi diyaloglarını yazdığım bir defterim vardı. Filmi başa sara sara… Taşınma sırasında kaybettiğim. Bu yüzden filmin senaryosundan oluşan aynı adlı kitabın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktığını öğrenince, havalara uçtum desem yeridir.

Haberin Devamı

Bu yıl “Bir Evlilikten Sahneler”in sinemada gösteriminin 50. yılı. Bergman’ın “Üç ayda yazdım, dört ayda çektim. Ama gerisinde bir ömür vardı” dediği… Yaptığı evliliklerden otobiyografik öğeler taşıyan. Başlangıçta tv dizisi olarak çektiği “Bir Evlilikten Sahneler”in 1972 yılında haberini verirken “Bir burjuva ideali olan güvence arayışının insanların duygusal dünyalarını yozlaştırması, onları zayıf düşürmesi ve korkulara sevk etmesi” gerçeğini işleyeceğini söyler Bergman. Ardından sinema filmi gelir sonrasında tiyatroya da uyarlanır.

Söz konusu evliliğin özneleri olan Marianne ve Johan’ı kitabın başında, bir kadın dergisine verdikleri röportaj sırasında görüyoruz. Karşımızda ideal evliliklerini anlatan burjuva bir karı koca var. 10 yıldır evliler. Muhabirin “Kendinizi birkaç kelimeyle nasıl tanımlarsınız?” sorusuna Psikoteknik Enstitüsü’nde doçent olan 42 yaşındaki Johan “Zeki, başarılı, genç, dengeli, seksi, eğitimli, sportif, arkadaş canlısı, iyi aile babası” cevabını verirken boşanma avukatı olan 35’indeki Marianne “Johan’la evliyim ve iki kızım var” demekle yetinir. Varoluşunu kocasıyla tanımlayan bir kadın! “Her şey hakkında konuşuyoruz ve hemen anlıyoruz birbirimizi. Aynı dili konuşuyoruz. Bu yüzden aramız bu kadar iyi” diyen.

İyi mi gerçekten? Senaryonun ikinci bölümünde aslında tüm yaptıklarının sorunları halının altına süpürerek yok saymak olduğunu fark ediyoruz. Laf kalabalıklarından süpürgelerle. Çok çalışan bir çift, çocukların sorumluluğu, kendi evbeveynlerinin dayattığı ritüeller, akşam yemekleri, hafta sonu buluşmaları, giderek birbirlerinden uzaklaşmaları ve her ikisinin de yaşadığı iç sıkıntısı.

Haberin Devamı

‘Havasız kaldık, boğulduk’

Üçüncü bölümde çözülme süreci başlıyor. Johan, Paula isminde bir kadına âşık olduğunu ve onunla Paris’e gideceğini söylüyor Marianne’a. Dört yıldır ondan kurtulmak istediğini. Bunun sevgisizlikle ilgisi olmadığını, müthiş bir bıkkınlık yaşadığını, çekip gitme isteğine karşı koyamadığını. Ve şöyle diyor: “Sen ve ben, her tarafını iyice kapadığımız, hava almayan bir alan yarattık kendimize, her şeyin bir düzeni vardı, her çatlak ânında kapatıldı, her şey yolundaydı. Havasız kaldık, boğulduk.”

Bu kadar vurucu bir saptamadan sonra bile Marianne, Johan’a gitmemesini söylüyor. Onu bir daha hiç suçlamayacağına dair söz veriyor. Konuşur sorunun ne olduğunu buluruz diyor. Bunlar da yetmeyince çocukları silah olarak kullanıyor: “Başka bir kadına âşık olup bizi terk ettiğini mi söyleyeyim onlara?” Bergman, benzersiz diyaloglarıyla bir kadının tek kimliği bir adamın karısı olmak olunca, diğer tüm kimliklerinin devre dışı kalıp nasıl acınası bir hâle gelebileceğinin altını çiziyor.

Haberin Devamı

Dördüncü bölümde bir yıl sonrasına gidiyoruz. Johan, Marianne’ı evinde ziyaret ediyor. Bu süreçte Johan’ın Paula’dan da bıktığını öğreniyoruz. Marianne’ın bir sevgilisi olduğunu. Bu defa karşımızda kimliğiyle ilgili farkındalık geliştirmiş bir kadın buluyoruz: “Her daim kendimi gizleyerek, başkaları gibi yaparak, çaresizce başkalarının hoşuna gitmeye çalıştım. Hiç düşünmedim ben ne istiyorum diye.” Artık boşanmak istediğini de net bir şekilde söylüyor kocasına. Ama fark ediyoruz ki hâlâ kendi varoluşunu Johan üzerinden tanımlıyor.

Neyse ki bu tanımlama beşinci bölümde sona eriyor. Marianne bu defa ayrılmakta kararlı. Johan’a bağlı bir varoluştan özgürleşmiş, artık kendisi olmak istiyor: “Senden kurtulmaya başladım, özgür hissediyorum kendimi ve bu çok güzel, çok ama çok güzel.” Şahane bir hesaplaşma yaşanıyor aralarında. Johan, bugünkü çiftlerin de muzdarip olduğu bir konuya dikkat çekiyor: “Bizim okuma yazmamız yok duygulara gelince. Duygularımızı okuyamıyoruz. İnsan kendiyle ilgili bir şey bilmezken nasıl başkalarını anlasın?”

Son bölüme geldiğimizde ilk sahnedeki nadan adam ve ezik kadın yok artık. Johan orta yaşlı ama büyümemek istemeyen bir çocuk olduğunu, böylelikle sorumluluktan kaçabildiğini itiraf ediyor. Marianne da bazen kimseyi sevmediğini düşündüğünü ve kimsenin de onu sevmiş olduğuna inanmadığını, bu durumun kendisini biraz üzdüğünü söylüyor. Ve ilk kez gerçek yakınlığın ne olduğunu deneyimliyorlar ‘bir gece yarısı, dünyanın bir köşesinde, karanlık bir evde’.

Roman gibi okuyup, okuduklarımızın film şeritleri hâlinde gözümüzün önünden geçtiği, bir dâhinin kaleminden çıktığı her satırından belli, 50 yıldır hiç eskimemiş bir metin “Bir Evlilikten Sahneler”. Kadın erkek ilişkisini ve evliliği, kimlik ve varoluş ekseninde inceleyen bir başyapıt. Kütüphanelerin siyah inci raflarında ağırlanmalı.

Okumanızı çok isterim.

İyi pazarlar.