Fikret Bila

Fikret Bila

fbila@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiye, üç haftadır şiddet görüntüleriyle sarsılıyor.
Sadece Türk kamuoyu değil dünya kamuoyu da şiddet görüntülerinden rahatsız. Göstericilere karşı polisin orantısız güç kullandığı, şiddet uyguladığı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de biber gazı kullanımı konusunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da kabul ettiği bir gerçek.
Türkiye, polisin uygulamaları nedeniyle ABD, Avrupa Birliği ülkeleri, Avrupa Parlamentosu ve Birleşmiş Milletler tarafından uyarıldı.
Uygulanan şiddet nedeniyle üç sivil vatandaşımız ve çıkan kargaşada bir polisimiz yaşamını yitirdi. 12 vatandaşımız bir gözünü kaybetti, 600’ü polis, binlerce yaralı vatandaş var.
“Polis silah kullanmadı” denilmesine rağmen Ankara’da Ethem Sarısülük’ün tabanca kurşunuyla öldürüldüğü ortaya çıktı ve öldürülme anına ilişkin görüntülerde silahı ateşleyen ve sonra kaçan polis memurunun kim olduğu da anlaşıldı.
Keza polis şiddetinin sembollerinden biri haline gelen İzmir’deki olayda, genç kızı saçlarından tutup tartaklayan, birkaç adım ilerisinde bir gence yanından geçerken copla vuran polis görüntüsü de hafızalara kazındı.
Genç kızı saçından tutup tartaklayan polisin verdiği ifade, dünkü Milliyet’in manşetindeydi. Polis memuru, ekranda bu hareketi izledikten sonra, “Bu ben miyim?” diye soruyor ve ekliyordu; “20 saat aralıksız ayakta görev başındaydım, hatırlamıyorum.”
Hiçbir gerekçe Sarısülük’ün öldürülmesini, genç kızların saçlarından sürüklenmesini, coplanmasını, gözlerine, yüzlerine doğru yakın mesafeden biber gazı sıkılmasını, sığındıkları otel lobilerinde gazlanmalarını açıklamaz, masum kılmaz.
Bu uygulama, polis şeflerinin verdiği talimatla mı olmuştur yoksa polis memurlarının göstericilere kişisel öfke kusmaları mıdır, kanunsuz emir mi söz konusudur, tartışılması gereken bir konudur ama sonuçları ve sorumluluğu ortadan kaldırmaz.
Ortaya çıkan ve dört kişinin hayatına mal olan bu müdahale biçimi, poliste bir sorun olduğunun tartışılmaz kanıtıdır.
Polisi yönetenlerin üzerinde durması gereken temel konu budur. Elbette öncelikle yapılması gereken, polisin suç oluşturan bu orantısız güç kullanımının sorumlularının yargı önüne çıkarılması olmalıdır.
İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün acilen çözüm bulması gereken konuların başında da bu şiddetin kaynaklarını bulup ortadan kaldırmak geliyor.
“Bizi dinleyin”
Gezi Parkı olaylarının başladığı günden bu yana birçok meslektaşıma geldiği gibi bana da polis memurlarından çok sayıda e-mail geldi. Ortak talepleri, “bizi dinleyin”di.
Bu kötü sonuçlara polisin yönetilme şeklinin ve kötü koşullarının etkisi olabileceği üzerinde duruluyordu. Bu koşulların, bazı polis memurlarının psikolojisini bozduğu, kendilerini kontrol edemez hale geldikleri, öfke kontrolü yapamadıkları ve kontrolden şiddete yöneldikleri vurguları yapılıyordu.
Bu e-maillerde İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın da açıklamasında kabul ettiği gibi son 20 gündür polislerin, ancak 18 günde bir evlerine gidebildikleri belirtiliyordu. Aralıksız 20 saat, 30 saat görev yapan polislerin çok yorgun, bitkin oldukları, bu polislerle olaylara müdahale edildiği, bu koşullardaki polis memurunun sağlıklı karar veremediği, öfkeye kapıldığı, göstericileri düşman gibi görmeye başladığı da vurgulanıyordu.
Çalışma koşulları
Bu e-mailler üzerine Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yasal dayanağı olmadığı gerekçesiyle tanımadığı ve kurucularını meslekten ihraç ettiği Emniyet Sendikası yetkilileri, polislerin sorunlarını özetlediler. Bu sorunların ve özellikle çalışma düzeninin değiştirilmemesi halinde polisler arasında davranış bozukluklarının devam edeceği riskine dikkat çektiler.
Emniyet-Sen Genel Başkanı Faruk Sezer, koşulları şöyle özetledi:
“Normal çalışma süresi 24 saat içinde 8 saattir. Ama polis, 12 saat çalışıp 12 saat dinlenme, 12 saat çalışıp 24 saat dinlenme gibi bir çalışma düzeniyle görev yapıyor. Bu, çok yıpratıcı bir çalışma biçimidir. Bir gün gündüz, bir gün gece çalışmayı zorunlu kılan bu uygulama, polis memurları üzerinde jet-lag etkisi yapıyor, sağlıklı karar vermeyi zorlaştırıyor. Polis memuru, bu toplumsal olaylarda geceli-gündüzlü çalışırken yediği kumanya bile kendi maaşından kesilerek oluşturulan Emniyet Fonu’ndan karşılanıyor, yani kumanyasının parasını kendi ödüyor, servisleri düzenli olmuyor, ulaşımları sağlanmıyor. Polisin maaşının büyük kısmı tazminatlardan oluşuyor. 850 lira civarında temel maaşı olan polisin ücretinin diğer kısmı sabit fazla mesai, görev tazminatı, terör tazminatı gibi maaşın asli unsuru sayılmayan ek ödemelerden oluşuyor ve bunlar emekli maaşına yansımıyor. Polis, emekli olmak istemiyor. Çünkü maaşı, çalıştığı döneme göre yüzde 55 düşüyor. Herkese sabit olarak 200 küsur lira fazla mesai ödeniyor, bunu fazla mesai yapan da yapmayan da alıyor. Oysa 12/12 çalışan polis memuru ek görevler hariç yılda 1980 saat gece, 1350 saat gündüz toplam 3270 saat; 12/24 çalışan bir polis memuru ek görevler hariç yılda 1350 saat gece, 1350 saat gündüz, 150-200 saat ek görev toplam 2900 saat çalışıyor.”
Bunlar elbette Ethem Sarısülük’ün öldürülmesini, diğer iki vatandaşımızın ve bir komiserimizin yaşamını yitirmesini ve uygulanan orantısız gücü izah etmeye yetmez ama polisin psikolojisini olumsuz etkileyen ve üzerinde acilen durulması gereken sorunları bulunduğunu gösterir.