Genellikle bir yılı devirip yenisine girerken zamana takılır insanlar. Ne çabuk geçti, bu yıl çok kötüydü, iyi ki geçti veya keşke hiç geçmeseydi; ne kadar ömrüm kaldı ki, ömrüm didişip uğraşmakla geçti, ne zaman yaşayacağız gibi düşünceler üşüşür insan aklına.
Bunlar insan aklının zamana yüklediği anlamlardır. Bir andan yıllara kadar zamana anlam yükleyen insanlardır.
Zaman sorunu
Günümüz insanının zaman sorunu vardır. Saatlerle böldüğü belli zamanlarda belli işleri yapmak için uğraşır durur. Neredeyse otomatiğe bağlanmış gibi. İşe başlama saati, öğle arası, işten çıkış saati gibi. Bunlara bağlı olarak otobüs, vapur, tren, uçak, metro saati gibi. Bu saatler arasında koşturur durur. Zamanın soruna dönüşmesi de bu koşuşturma zorunluluğundan gelir. Bu koşuşturma arasında bir bakar ki, yıl bitmiş, rakam değişmiş. İşte o anlarda oturup bir “zaman” düşünür.
Zamanın mülkiyeti
Tatlı bir tartışma konusudur zaman. Felsefenin keyifle dolaşıp durduğu konudur. Zaman nedir ve sorun olmaktan nasıl çıkar, sorusu çağdaş düşünürlerin kafa yordukları alanlardan biridir.
Öyle ya, nedir bu zaman, saat niye vardır ve ne işe yarar? Zaman sorunu ne zaman doğmuştur veya zaman ne zaman sorun haline gelmiştir?
Bu sorulara yanıt arayan ilkel anarşizm akımının önde gelen ismi ABD’li düşünür John Zerzan’ın, Gelecekteki İlkel kitabında yer alan “Zamanın başlangıcı, zamanın sonu” başlıklı makalesi, zaman sorunu etrafında güzel bir gezinti gibidir.
Zerzan’ın güncellediği yaklaşıma göre, ilkel çağda “zaman sorunu”, dolayısıyla zaman da yoktu. İnsan, mülkiyeti keşfettiğinde zamanı da keşfetti ve hızla zaman sorununu yarattı. O ana kadar zaman, mülkiyet konusu değildi.
Bu, doğaya yabancılaşmanın başlangıcıydı ve her şeyi saymaya ihtiyaç vardı, zamanı da..
O anki ihtiyacından fazla üretmeye başlamıştı insanoğlu, sadece temel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçmişti. O anki ihtiyacından fazlasını üretmeye başlamıştı. Avcı-toplayıcı göçebe yaşam tarzından, tarımla birlikte yerleşik yaşama geçmiş ve fazla üretmeyi öğrenmişti.
İşte o andan itibaren, fazla üretimi saymak gerekti. Sayı çıktı ortaya. Saymak, sınırlamak artık zaman için de gerekliydi. Saat çıktı ortaya.
İnsan, insanı çalıştırmaya başlayınca, emeğin süresini saymak gerekti. “Mesai saati” çıktı ortaya.
Toprağın ürettiği görülünce etrafını çevirmek gerekti. Geometri çıktı ortaya.
Zaman mülkiyetin elinde anlam değiştirdi.
Sanayileşme hızlandırdı
İlkel toplumda açlık, susuzluk gibi içgüdüsel ihtiyaçlar belirleyiciydi. O ihtiyaç duyulduğunda yemek zamanı, içmek zamanı, yiyecek bulma zamanı, yorulunca dinlemek zamanı belli olurdu. Tarım, toplumun yerleşim yaşamı ve artı üretimi değiştirdi zaman mefhumunu. Sanayi toplumuna geçilince zaman az bulunur, daha değerli bir mala, dolayısıyla da en ciddi sorunlardan birine dönüştü. Koşturmak dediğimiz de bu sorundan başka bir şey değil. Doğal yaşamdan uzaklaştıkça hızlanan bir koşturma.
Özellikle büyük kentlerde koşturarak yaşayanlarımızdan sık duyduğumuz, “Şu işleri bir bitireyim küçük bir sahil kasabasına yerleşeceğim” veya “Bir emekli olayım, bir tarla alıp patates yetiştireceğim” sözleri bu koşturmadan yakınma değil midir? Zamanın mülkiyete konu olmadığı çağlara duyulan özlem değil midir?