Dersim konusunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı dinleyince, sanıyorsunuz ki: - Dersim’e harekât kararı veren Kemal Kılıçdaroğlu, ordunun başına geçti, Dersim’e girdi, taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmadı, ahaliyi kılıçtan geçirdi!
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu dinleyince de sanıyorsunuz ki:
- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dersim’e zulüm yaşatan devleti korumak için arşivleri saklıyor!
Bu tartışmada “iki yanlış” var:
Birincisi Başbakan Erdoğan ve CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Dersim olayı üzerinden iktidar-muhalefet anlayışı içinde tartışmalarıdır.
İkincisi ise neyi savunup neye karşı çıktıklarını net olarak anlatamamış olmalarıdır.
Neden yana, neye karşı
Örneğin Başbakan Erdoğan, neye karşıdır:
Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini tanımayan Dersim aşiretlerine karşı hükümetin bir askeri harekât gerçekleştirmesine mi; yoksa bu harekât yapılırken asker-sivil, eşkıya-ahali, kadın, yaşlı, çocuk demeden insanların katledilmiş ve binlercesinin sürülmüş olmasına mı?
Keza Kılıçdaroğlu neye karşıdır:
Atatürk ve arkadaşlarının Cumhuriyet idaresinin ve kanunlarının yürütülemediği, 5 bin kişilik bir aşiret ordusunun egemen olduğu Dersim’e askeri harekât yapılması kararı almalarına mı, yoksa, Çağlayangil’den dinlediği gibi eli silahlı veya değil, eşkıya veya değil, dinlemeden insanların mağaralarda gazlanarak öldürülmüş ve kalanların sürülmüş olmalarına mı?
Eğer bu soruya verecekleri yanıt ortaksa ve yaşanan insanlık dramıyla ilgiliyse, o zaman, yapmaları gereken, iktidar-muhalefet tartışması değildir. Aksine bir araya gelip, bu olayın yarattığı sorunun insani boyutuyla birlikte ilgilenmek ve yaraları birlikte sarmak olmalıdır.
Olayların insani boyutuyla ilgili bir özür dilenecekse bu kararın alınacağı yer de millet iradesini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi olmalıdır.
Dersim olayından bugünkü siyasileri sorumlu tutmak siyasal dayanaktan da yoksun bir yaklaşımdır. Herhalde bu olayların sorumluları Erdoğan ve Kılıçdaroğlu değildir.
Öyle olsa, 1907’de, 1908’de ve 1916’da Dersim’e yapılan harekâtlar için de Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun birbirlerini sorumlu görüp tartışmaya tutuşmaları gerekir ki, bu Hun Devleti’ne kadar gider!
İsyanların üç yönü
Her isyanın ve her isyan bastırma harekâtının üç yönü vardır...
Politik yön, askeri yön ve insani yön...
İsyanların ve o isyanı bastıranların bir politik hedefi vardır.
İsyan ve isyanı bastırmak silahla olur, bu nedenle askeri yönü vardır.
Hem isyan hem isyanı bastırma sırasında ölümler, kıyımlar, büyük acılar, dramlar olur, bu da insani yöndür.
Devletler tarihi örnekleriyle doludur.
Dersim olayını da bu yönleriyle ele almak gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te ilan edilmiş ancak kurumlarıyla Anadolu topraklarına tam egemen olması 1938’i bulmuştur.
1923’te Cumhuriyet’in ilanından yaklaşık bir yıl sonra çeşitli neden ve amaçlarla başlayan isyanlar hemen her yıla bir isyan düşmek üzere 1938’e kadar devam etmiştir.
Burada politik yön gayet açıktır. Genç Cumhuriyet’in yöneticileri Türkiye Cumhuriyeti devletini tüm Anadolu’da egemen kılmayı, devlet ve ulus birliği kurmayı hedeflerken, isyancılar bu egemenliğe karşı kendi aşiret egemenliklerini, bazen özerkliklerini, bazen de bağımsızlıklarını kurmak ve korumak istemişlerdir.
Cumhuriyet 1923’te ilan edilmesine edilmiştir ama 1924’te Nasturi, 1925’te Şeyh Sait, 1926’da Ağrı, 1927’de Mutki, 1927’de İkinci Ağrı, 1929’da Tendürek, 1930’da Savur, 1930’da Oramar, 1930’da Üçüncü Ağrı, 1930’da Pülümür, 1930’da Menemen ve 1937‘de Dersim kalkışmalarıyla karşılaşmıştır.
İnsanlık suçu
İnsanlık suçunun zaman aşımı yoktur.
Bu ayaklanmalar ve bastırılmalarda işlenmiş insanlık suçları ve sorumluları saptanabiliyorsa elbette bu araştırılmalıdır; bugüne yansıyan yaraları varsa, onlar da elbette sarılmalıdır.
Ve elbirliği ile yapılmalıdır.
Tabii maksat gerçekten buysa...