Devrim Sevimay

Devrim Sevimay

Tüm Yazıları

KCK için kullanılan “PKK’nın şehir yapılanması” ifadesini yanlış buluyor Reyhan Yalçındağ Baydemir... Bu ifadenin davadakiler için yanlış ve kasıtlı şekilde yaratılan bir algıya yol açtığını düşünüyor. KCK’nın, yönetimi şu anda Kandil’de olan, illegal, bünyesinde PKK’yı ve gerillalardan oluşan HPG’yi barındıran bir sistemin adı olduğunu vurguluyor...

24 Aralık’ta, belediye başkanlarının da alındığı operasyon sırasında kısmen biraz rengini belli etti dosya... İlk günden itibaren bütün Türkiye’ye bu alınanların KCK’lı olduğu, bu kişilerin PKK’nın şehir yapılanması olduğu empoze edilmek istendi

Haberin Devamı

Bunun birçok nedeni var. 1990’larda Şırnak’tan “korku imparatorluğu”, “Girilmez, burası Şırnak” diye bahsedilir, hatta Şırnak’taki resmi görevliler bile “Şırnak Cumhuriyeti” derdi. Benzeri bir şey bu...
Biz artık 7 bin 800 sayfalık iddianameyi ezberledik... Niye biliyor musunuz? Totali tekrar. Ve içinde, yüzde 40 kadın kotasını savunmak bile sırf Öcalan da bunu savunuyor diye KCK’lı olmanın delili olarak gösteriliyor

7 bin 800 sayfayı ezberledik, tamamı tekrar

29 Ekim Cuma günü saat 2’ye çeyrek kala Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi’nin önünde buluşmak üzere sözleştik, fakat ne gelen var ne giden... Beklemek dert değil de, Altan Burgucu’nun fotoğraf makinesi araçtan çıktı bir kere dışarı; karşıdaki nöbetçi asker gözünü dikti Altan’a bakıyor; polis otosu az ileride, onlar da aynı şekilde farkımızdalar... Şimdi gelip bir şey diyecekler, belki kırk saat dert anlatmak gerekecek, o yüzden bir an evvel gelse de işimizi bitirsek diyoruz, fakat 20 dakika geçti hâlâ yok.
Bizim şoför Erdinç, Altan, ben, sürekli gözümüzle kaldırıma yanaşmış siyah bir araç, resmi bir plaka, kapısında bekleyen bir şoför veya bir koruma arayıp duruyoruz. Ne de olsa gelecek olan bir büyükşehir belediye başkanının eşi. Protokolde yeri var, dolayısıyla bunların hepsine de kâğıt üzerinde hakkı var. Hele de Diyarbakır Cezaevi’nin önünde buluşacaksak işlerin daha kolay yürümesi için kesin böyle gelecektir diye bekliyoruz.
Derken sonunda onu cezaevi kapısında toplanan tutuklu yakınlarının arasında buluyoruz. Örtülü, şalvarlı, çoluklu çocuklu, yaşlı, genç, kadın, erkek, karışık bir kalabalık çevresini sarmış, o da bir avukat olarak onların sorularını yanıtlamaya çalışıyor. Az ileride bekârken kendi kazandığı parasıyla aldığı 2003 model Opel Corsa’sı, elinde anahtarı, meğer 20 dakikadır o da bizi bekliyormuş.
Peki hani nerede koruma, nerede şoför? Şöyle bir gülerek bakıyor; “Evet, benim eşim Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, bundan da gurur duyuyorum, ama ben Reyhan Yalçındağ’ım” diyor. “Bizim belediyecilik anlayışımızda ölçüsüz bir şekilde devletin imkânlarından faydalanmak yoktur. Aynı şekilde bizim kadın-erkek anlayışımızda da ölçüsüz bir şekilde eşin imkânlarından faydalanmak yoktur. Bu eşime de, bana da haksızlık olur...”
“Eyyyyvallah” diyoruz; dakika 1-Reyhan Yalçındağ 1... Hemen oracıkta sohbete koyuluyoruz. Bize neden altı yaşından beri bu cezaevine gidip gelmek zorunda kaldığını anlatmaya başlıyor ki, daha sakin bir yerde konuşalım diye sözünü kesip Diyarbakır Gazeteciler Lokali’ne geçiyoruz.


‘Şehir yapılanması’ lafı kasıtlı
Hava ılık, ortam sakin, lokalin bahçesine oturuyoruz. Biz bir soruyoruz, Reyhan Hanım bin yanıtlıyor. Ne düşünüyorsa aynen söylüyor ve doğrusu daha söyleşimizin başlarından itibaren karşımızdaki bu genç kadını gündemden hiç düşmeyen, ünlü bir belediye başkanının eşi olarak değil de, bir hukukçu ve insan hakları savunucusu Reyhan Yalçındağ olarak dinlemeye başlıyoruz. Kendisini öyle dinletiyor... İlk savunmasını henüz 23 yaşındayken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) İngilizce yapmış, bugüne kadar AİHM’de girdiği yaklaşık 100 davadan birini bile kaybetmemiş, uluslararası insan hakları hukukuna hâkim bir avukat o. Şu anda da haberlerde adı sık sık geçmekle beraber hâlâ ne idüğü özellikle ülkenin batısında tam olarak anlaşılamamış “KCK davası”nın avukatı... Biz de zaten kendisine ilk olarak “KCK nedir?” diye sorduk:

KCK için herkes kendi bilgisine, meşrebine göre tanımlar yapıyor. Peki bu davanın avukatı olarak siz KCK’yı nasıl anlıyorsunuz; nedir KCK?
Bir kere bir Kürt olarak ve en azından uzun süredir bölgede yaşayan, burada insan hakları savunuculuğu yapan biri olarak biliyorum ki, yönetimi şu anda Kandil’de olan, illegal, bünyesinde PKK’yi ve gerillalardan oluşan HPG’yi barındıran -onlar kendilerini böyle tanımlıyorlar- bir sistemin adı KCK...

Dolayısıyla KCK davasından tutuklananlar için kullanılan “PKK’nın şehir yapılanmaları” ifadesi de doğru mu olmuş oluyor?
Tam tersine, bu tamamen yanlış ve kasıtlı yaratılan bir algı. Bu hiç doğru bir ifade değil. Önümüzdeki günlerde avukatlar olarak savunmamızı yaparken de bunu çok ayrıntılandıracağız; bir kere yaygın bir biçimde bu şekilde kullanmış olması nedeniyle medyaya karşı bizim ciddi bir kırgınlığımız var. Çünkü bu ifade bir oldubittinin, bir infazın, davayı “Bunlar zaten yasadışı örgüt üyesi, bütün çalışmalarını bunun için yaptılar” diye lanse edebilmenin spotuydu: “PKK’nın şehir yapılanması.” Oysaki ilk operasyonun yapıldığı 14 Nisan 2009 tarihinden itibaren bu başlıkla bu haberler her gün her gün verilirken hiç kimse bir gelip bize sormadı bile. Nereden çıktı bu başlık? Kim çıkardı? Bu dosyanın üzerinde bir gizlilik kararı var, avukatlar olarak içerik hakkında biz dahi tek satır bilmiyoruz, hele de ilk operasyonlarda gözaltına alınanlara aylarca yargı makamı tarafından tek bir soru bile sorulmadı, ki operasyonun ne olduğu açığa çıkmasın, kimsede bir fikir oluşmasın diye... Ancak 24 Aralık’taki belediye başkanlarının da alındığı operasyon sırasında kısmen, o da üç-dört soru sorularak biraz rengini belli etti dosya...
Hal böyleyken gerçekten insanlar buna niye inandırılmak istendi, ilk gününden itibaren niye KCK operasyonu dendi, bunu şimdi geriye dönüp bir hatırlamak lazım, çünkü o günlerde bütün Türkiye’ye bu alınanların KCK’lı olduğu, bu kişilerin PKK’nın şehir yapılanması olduğu empoze edilmek istendi.

Siz neden olduğunu düşünüyorsunuz?
Birçok nedeni var. Birincisi, hatırlarsanız 1990’larda Şırnak’tan “korku imparatorluğu”, “Girilmez, burası Şırnak” diye bahsedilir, hatta Şırnak’taki resmi görevliler bile “Şırnak Cumhuriyeti” derdi. Benzeri bir şey bu. Yani bu coğrafyada çocukların tutuklanmasını protesto etmek için bir basın açıklamasına giderseniz düşüneceksiniz artık. Yüzde 40 cinsiyet kotasını talep ederseniz de düşüneceksiniz, kadın-erkek fırsat eşitliğiyle ilgili bir yasa değişikliği çalışması içindeyseniz de düşüneceksiniz, bölgeler arası gelişmişlik farkına karşı bir görüş savunuyorsanız da düşüneceksiniz. Çünkü bundan dolayı tutuklandı insanlar.

KCK’lı diye?
Tabii... Bakın iddianamenin özetini günlerdir savcı beyler dönüşümlü olarak okuyorlar ve biz artık ezberledik iddianameyi...

7 bin 800 sayfayı mı?
Evet, 7 bin 800 sayfayı ezberledik. Niye biliyor musunuz? Totali tekrar. 151 sanık, 104’ü tutuklu, bunların biriyle ilgili diyelim ki 30 sayfalık bir telefon konuşması, 85 kişide de var, diyelim ki biriyle ilgili 45 sayfalık bir yazı, 90 kişinin bölümlerinde de 90 kere var, iki kişinin arasındaki bir konuşma hiç alakası yokken 20-30 kişinin de dosyasına konmuş.

7 bin 800 sayfa denince yine de insan devasa bir iddianame hazırlandığını düşünüyor?
İşte ne yazık ki böyle hukuk hilelerine dahi başvurulmuş görünüyor, oysa mini minnacık bir iddianame... Ve içinde demin de dediğim gibi yüzde 40 kadın kotasını savunmak bile sırf Öcalan da bunu savunuyor diye KCK’lı olmanın delili olarak gösteriliyor.

Sizce anlamı ne bunun?
Yani “Herhangi bir muhalif hareketin içinde olma, çünkü seni rahatlıkla tutuklarım” deniyor. Bakın şu anda hemen her ilimizin nur topu gibi bir KCK dosyası var. Siz biliyor musunuz ki sadece Kürt nüfusunun yoğun illerde değil, Aksaray’ın da, Balıkesir’in de, İzmir’in de, Sakarya’nın da KCK’sı var. Toplam sanıkların sayısı 1680. Şu anda galiba sadece Karadeniz’de yok, ama periyotlar halinde, hemen her bölgede bir KCK dosyası açtılar. Demin “Korku imparatorluğu” derken de aslında bu anlamda geçmişin kötü bir tekrarının yaşandığını işaret etmeye çalışıyordum.

Empoze edilmek istenen bu korku mu diyorsunuz?
Bakın, biz insan hakları savunucuları olarak bunu “psikolojik harp” olarak tarifliyoruz. Çünkü böylelikle o legal, demokratik alanda, o meşru bir şekilde yürüttüğünüz tüm haklar mücadeleniz, toplumu dönüştürmeyle alakalı mücadeleniz, yani burada, şu şehrin ortasında yürüttüğünüz mücadelenizin önüne geçilmek isteniyor.
Size bunu şöyle anlatayım: Ben aynı zamanda bir anneyim. Siirt KCK dosyasından tutuklu Belkısa Epözdemir dönemin DTP’nin il genel meclisi üyesi, eşi Tüm Bel-Sen Şube Başkanı. Bunların üç çocukları var. Aynı operasyonda benzer konumda bir kadın tutuklu, onların da iki çocukları var. İHD Siirt Şube Başkanı da tutuklu. Ve bunların sorgu zaptlarını okuduğumda şoka girdim. TMK mağduru çocuklara kart atmak, onlarla dayanışmak için basın açıklamaları düzenlemek ve sıkı durun, bu tür basın açıklamalarına giderken özellikle kadınları arayıp davet etmek, İHD Genel Merkezi’nin cezaevlerindeki hak ihlalleriyle ilgili bütün şubelere yapın dedikleri bir basın açıklamasını Siirt’te yapmak...

Yalnız bu anlattıklarınız 90’lı yıllardan daha geri bir durum?
Korkunç... Ve demin ben de bir anneyim dedim ya... Benzer mücadele içerisinde olan bir sürü kadına ne demek bu? Ne demektir sizce bu gerekçelerle 18 aydır tutuklu olmaları?

Siz söyleyin, nedir?
Mesaj şudur: Aynı akıbet sizi de bulacaktır. Evlerinizde kuzu kuzu oturun. Bu meseleler sizin meseleniz değil. Size sunulanla yetineceksiniz, demokrasi mücadelesi vermeniz sizin haddiniz değildir. Oysa düşünün, üç çocuğuna rağmen bu kadın sokağa çıkmış, il genel meclisi üyesi olmuş, evet basın açıklamaları organize etmiş, evet hak ihlallerine karşı durmuş ve TMK mağduru çocuklara destek için postaneye gidip dayanışma kartları atmış. Peki şimdi siz bu kadını tutuklayarak ona ne demiş oluyorsunuz?

Haberin Devamı

7 bin 800 sayfayı ezberledik, tamamı tekrar
Ölen çocukların sayısı son 7 yıl içinde, AKP döneminde değişmedi

İyi de şu da söylenemez mi: “Bunlar eskiden de olmuyor muydu? Üstelik bir de eskiden faili meçhul cinayetler yaşanıyordu?”
En tehlikeli bakış açısı da bu biliyor musunuz? Bu ülkenin Başbakanı da bir tarihte bunu söyledi zaten; “Ensenize sıkılan kurşunları ne çabuk unuttunuz?” dedi. Yani bakar mısınız? Ben bunu asla kabul etmiyorum. Bir kere o yıllarda yaşananlar insanlığa karşı işlenen suç olarak tariflendi. Türkiye yüzlerce davada mahkûm oldu. Strasbourg’daki süreçleri en detaylı bilen avukatlardan biriyimdir ve AİHM dedi ki, “Bu ülke sınırları içinde hiçbir şekilde hukuk işlememiştir. Güneydoğu’da sistematik hak ihlalleri yaşanmıştır.”
Tarihe böyle kara notlar düşüldü 90’lı yıllarda, ama şimdi biz AB’yle müzakere halinde bir ülkeyiz, değil mi? Koca koca laflar ediyoruz. “İleri demokrasiye geçtik” diyoruz. Hatta sadece kendimize değil, “Ortadoğu’ya da demokrasi götürdük” diyoruz. Bir de üstelik bunları gerinizde 3 bin 800 yakılmış köy, 4 milyon zorunlu göç mağduru, binlerce faili meçhul cinayet, binlerce işkencede fizik ya da akıl sağlığını yitirmiş insan ve geleceğini kararttığınız binlerce çocuk dururken söylüyorsunuz. Yok böyle bir şey... İnanın yok yani...
Ha ama eğer yine de sizin için tek demokrasi ölçüsü yaşam hakkının korunması, artık faili meçhullerin olmaması ise onu da söyleyeyim: 1989 ile 2010 yılları arasında sadece bizim tespitini yaptığımız asker, polis mermisi, mayın ya da serbest patlayıcıyla ölen çocukların toplam sayısı 372. Ve AKP’nin iktidarda olduğu son yedi yılda bu sayıda hiçbir azalma yok. En son iki ay önce öldü bir çocuk. Bizim çocuklarımız bu coğrafyada hâlâ balkonda annesinin memesinden süt emerken ölebiliyor. Ve failleri ya hiç yargılanmıyor ya da çok azı yargılansa bile davalar beraatla sonuçlanıyor. Dolayısıyla bizim çocuklarımız değil enselerinden, hâlâ alınlarından yedikleri kurşunla ölüyor.

Peki ama mesela Ergenekon operasyonları sırasında da bu çok söylendi, “Telefonlar dinleniyor, ama hiç değilse artık işkence yok. Bu da bir adımdır” diye. Herhalde KCK sanıklarına da işkence yapılmadı? Sizce de hiç olmazsa bu önemli bir gelişme değil mi?
Devrim Hanım işkencenin tanımı çok geniştir. Sizi temin ederim ki yıllarca insan hakları mücadelesi verdikten sonra bu dosyadan tutuklu olan insanlar için bu durumun kendisi bir işkencedir. Hele de cezaevi koşullarını düşünürseniz, yargılamadaki haksızlıkları düşünürseniz, ilk günden beri olayın medyada veriliş şeklini, kendilerine bile ait olmayan konuşmaların isimleriyle çarşaf çarşaf yayımlandığını düşünürseniz, çoktan infazları yapılmış, cezaları bile kesilmiş gibi yaratılan şu atmosferi düşünürseniz, bunlar da zaten işkencedir.
Şimdi eminim tüylerinizi diken diken edecek bir şey soracağım, ama sanki bir Ergenekon davası avukatını dinliyorum şu an?

YARIN:...
diye sorduk ve yanıtını da aldık. Hem o yanıt, hem “Acaba bu operasyon Gülen’le Kürt hareketini karşı karşıya getirme operasyonu mu?” dedirten şüphesinin nedeni, hem de davaya ilişkin en büyük korkusu yarınki bölümde.

Haberin Devamı

CEPTEN TALİMAT VERME, SENİ DE KCK’DAN ALIRLAR

“Osman Bey’le çok uzun yıllardır biz neredeyse hiçbir yemeği beraber yiyemedik. Çok geç geliyor. Çocuklar da küçük olduğu için erken uyuyorlar. Ve bazen de bu durumdan kötü etkileniyorlar. Özellikle küçük kızım babaya çok düşkün. Yine günlerdir babasını görmediği bir gündü. O gün artık Osman Bey’den söz aldım, ‘Tamam, söz akşam yemeğine yetişeceğim’ dedi. Fakat yine söylediği saatte gelmedi. Sürekli arıyorum, ‘Tamam’ diyor, ama aradan zaman geçiyor, yine gelmiyor. Çocukları da uyutmadım. Sonunda artık dayanamadım, açtım ve biraz da bağırarak ‘Derhal şu an yaptığın işi bırakıyorsun ve çabuk eve geliyorsun. Hiçbir mazeret kabul etmiyorum. Nokta!’ dedim. Osman da o kadar sakin bir insandır ki... Bana gülerek, “Hayatım sakin ol, öyle çok bağırma. Biliyorsun her an KCK şüphelisi olma riski taşıyorsun. Bana bağırarak talimat verdiğin için*her an gözaltına alınabilirsin... O yüzden şimdi ben nasıl senin talimatın üzerine toplantıyı bırakıp derhal eve geleceğim?” dedi. Tabii çok güldük o an... Aslında şaka gibi de değil mi? Ama değil işte... Bu bizim gerçek hayatımız...”
(*Baydemir burada “KCK üyelerinin kendisine talimat verdikleri” iddiasıyla açılan davaya ironik bir atıf yapıyor.)

AİHM’DE HİÇ DAVA KAYBETMEDİ

Reyhan Yalçındağ Baydemir, 1974 Diyarbakır doğumlu. Özel Karacadağ Koleji’nin ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Dicle Üniversitesi’nde kamu yönetimi mastırı yaptı. Babası MEB’den emekli bir işçi. Üç kardeşler. Ağabeyi öğretmen, erkek kardeşi biyoloji mastırı için Fransa’da.
14 yıldır avukat. Uzun yıllar insan hakları alanında çalıştı. Avrupa-Akdeniz İnsan Hakları Ağı ve merkezi Paris’te olan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu gibi çok sayıda örgütte yönetim kurulu üyeliği dahil çeşitli görevlerde bulundu. Brezilya, Sudan ve Güney Afrika’daki çalışmalara katıldı.
Tamamı mayınlanmış köylere girmekten gece yarısı adliyede silahlı baskına uğramaya, parçalanmış çocuk otopsilerinden toplu mezar açtırmaya kadar pek çok trajik ve tehlikeli olaya tanıklık etti. Kendisi de 1994 yılında işkence mağduru oldu. İnsan Hakları Derneği’nin Genel Başkan Yardımcılığı’nı, kısa bir dönem de Genel Başkanlığı’nı yaptı. Halen İHD Onur Kurulu üyesi. AİHM’de mahkemenin resmi dillerinden biriyle (İngilizce) 23 yaşında savunma yapan, Türkiye’den ilk avukat. Aralarında köy yakılması, gözaltında tecavüz ve kayıp davalarının bulunduğu yaklaşık 100 dosyayı AİHM’de savundu ve tamamını kazandı.
Halen 28 Mart 2006 ölümleri, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın vurulması, N.Ç.’ye tecavüz ve bazı gözaltında tecavüz davalarına bakan Yalçındağ, KCK’yı da AİHM’ye götüren avukat. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’le 2004’te evlendi. Mir Zanyar (4 buçuk) ve Ranya’nın (2) annesi. Zanyar Kürtçe “Bilgin”, Ranya Soranca “Hoşgörü, bilgelik” demek. Ranya aynı zamanda Filistin intifadasında öldürülen ilk kız çocuğunun ismi. Bu arada Baydemir’in anadili Kurmanci, Yalçındağ’ın Zazaca.

NOT: İddianamenin özetinin okunmasının bu akşama kadar bitmesi bekleniyor. Yarından itibaren ilk müvekkillerin sorgusuna geçilecek. Büyük bir olasılıkla sorgular 12 Kasım’da bitecek ve tahliyelerin olup olmayacağı da o cuma günü belli olacak.