A Milli Kadın Voleybol takımının Avrupa Şampiyonu olması, bu haftanın en önemli gelişmesiydi. Final maçı sonrası tüm takım oyuncularının hayat hikâyeleri hak ettikleri gibi basında geniş yer buldu. Melisa Vargas’ın hikayesinin ise Küba’da başlayıp Türkiye’ye kadar uzandığını artık bilmeyen yok. Vargas’ın Küba’dan kaçarcasına bir Çek takımına transferi, sakatlığının ardından ülkesine dönmesi, ailesinin Küba yetkililerinin adres gösterdiği hastanede tedaviyi reddetmesinin ardından 4 yıl yasaklı oyuncu haline gelmesi de herkesin malûmu. Sırbistan’daki özel bir kulübe transfer olduktan sonra, Fenerbahçe’ye geldiği de...
Hikâyenin Türkiye’de pek bilinmeyen tarafı burada başlıyor. Vargas daha önce Küba A Milli Voleybol takımında oynadığından, başka bir ülkenin A Milli Takım’da oynayabilmesi için Küba Voleybol Federasyonu’nun izni gerekiyordu. Yani o süreçte Sırp vatandaşı yapılmak ve Sırp A Milli Voleybol Takımı’nda oynatılmak istenen Vargas’ın Ay Yıldızlı renklere bağlanabilmesi için sadece oyuncunun isteği yetmiyordu. Vargas Türk Milli Takımı’nda oynamayı kabul etmiş, Türk vatandaşlığına geçiş için “Evet” demişti ama işin zorlu kısmı Küba Voleybol Federasyonu’nu ikna etmekti. Türkiye’den bazı isimler bu aşamada devreye girdi ve Küba’daki yetkililer nezdinde bazı yoklamalar yaptı.
Sırbistan gibi bir ülkenin Kübalı yetkilileri ikna etmesi pek kolay değildi, Türkiye’nin ise bazı avantajları vardı. Bir voleybol yıldızının o ülkeye değil de bu ülkeye gelişinde ilk bakışta akla gelmeyecek pek çok dengenin rol oynayabileceğinin somut örneği Vargas vak’asıdır. Vargas’ın Türkiye’ye geliş hikayesinin zemini hazırlayan, voleybol federasyonları arasında ya da siyasi düzeyde yapılan görüşmelerin yanı sıra Küba’nın Türkiye’ye duyduğu sempatiydi. Bu sempatiyi inşa etmede Türkiye’nin uzun süredir izlediği dış politikası, daha özelde enerji diplomasinin katkısı oldu. Fidel Castro’nun ülkesinde yaşanan enerji krizini, bu süreçte Türk şirketlerinin yardımcı rolünü anlamadan, Küba’dan Vargas’a nasıl vize çıktığını anlamak da mümkün değil.
‘İrem Sultan’ ve Filenin Sultanları
Küba’da Fidel Castro’nun mirası hala güçlü. Tercih ettikleri yönetim biçimi sebebiyle, Küba, yıllardır ABD’nin yaptırımları altında. Bu yüzden ülke ekonomisi çökmüş durumda. Dahası son 5 yıldır ülke büyük bir elektrik krizinin içinde. Günde sadece iki kez verilebilen, onun dışında 5-6 saatlik hatta bazen 10 saati bulan kesintiler, Kübalıları canından bezdirmiş. Ada’daki 35 yıllık santrallerse ya çalışmıyor ya da çalıştıklarında ihtiyacı karşılayamıyor.
Günlük asgari elektrik ihtiyacı 2 bin-2 bin 500 megavat olan Küba’da yönetim, bir Türk özel şirketiyle 2018’de görüşmelere başladı. Bu şirket dünyanın en büyük yüzer enerji santral gemilerine sahip “Karpowership” şirketi. Karadeniz Holding bünyesindeki bu şirket, 2018’den bu yana Küba’ya 8 adet yüzen elektrik santrali gönderdi. Afrika ülkeleri başta olmak üzere (Zambiya, Sierra Leone, Gine Bissau, Senegal, Lübnan, Endonezya, Brezilya, Dominik Cumhuriyeti, Fildişi Sahili) yaklaşık 10 ülkeye mobil elektrik santralleri sağlayan grubun filosunda böyle 36 gemi var. Bu şirket Küba’ya “İrem Sultan” isimli 8. gemisini daha geçen yıl Mart ayında gönderdi. 110 megavat elektrik üretim kapasitesine sahip gemi, Küba’nın doğusunda elektrik ihtiyacını karşılamak için Santiago limanına yanaşmıştı. 8. gemiyle birlikte 770 megavat güce ulaşan şirket, Küba’nın elektrik ihtiyacının 10’da birini karşılamaya başladı.
Bir Türk şirketinin, Küba’nın enerji ihtiyacının karşılanmasında elini taşın altına koyması Küba’da Türkiye’ye dönük son derece olumlu bir iklim yarattı. Elbette Türkiye’nin ikili yaptırımları uygulamama politikası da. Bu iklim hem iki halk arasında hem de devlet katında hüküm sürüyor. Küba Devlet Başkanı Miguel Diaz Canel’in geçen Kasım ayında Türkiye ziyaretindeki sözleri tam da bu iklimin yansımasıydı: ‘Halkımız adına, ABD tarafından uygulanan ekonomik ve finansal ablukaya karşı desteklerinizi çok değerli gördüğümüzü ifade etmek isterim. Türkiye ve Küba arasındaki ilişkilerin geleceği için çok büyük bir güven duyuyoruz ve güçleneceğine inanıyoruz.’
Vargas, işte böyle bir iklimde Türkiye’ye gelebildi. Bu süreçte Federasyon Başkanı Mehmet Akif Üstündağ ve dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun çok önemli rolü oldu. Elbette Küba Devleti ile irtibatı olan hem devlet hem özel sektörden hem de spor camiasından bazı isimlerin de hakkını vermek lazım. Ama tüm bu görüşmelerin olumlu sonuçlanmasının zeminini yaratan da Türkiye’nin yumuşak gücüydü. Vargas vak’ası bunun somut bir tezahürüydü...
Soft Power: (Yumuşak güç)
BU İLK DEĞİL...
Birleşik Krallık’ın eski Dışişleri Bakanı Jack Straw şöyle bir itiraf ve özeleştiride bulunmuş: ‘Rumları AB’ye almamalıydık.’
Öncelikle şunu söyleyeyim, bu Straw’ın ne ilk ne de muhtemelen son çıkışı olacak. Straw bunları geçmişte de söylemişti, hatta ‘Federasyon seçeneği artık gerçekçi değil, iki devletli çözüm tartışılmalı’ sözü bile yeni değil. Straw 2001-2006 yılları arasında İngiltere Dışişleri Bakanı’ydı. Nisan 2004’te Annan Planı referandumunda Rumlar planı yüzde 75 ile reddedip, Türkler yüzde 64 ile plana ‘Evet’ dedikten sadece bir hafta sonra Rumlar’ı AB’ye aldıklarında da görevdeydi. Peki görevdeyken ‘Rumları AB’ye almanın bir hata olduğunun’ bilincinde miydi? Ben bu soruyu bizzat Jack Straw’a Nisan 2021’de yaptığım röportajda sormuştum. Straw, bu soruya ‘Hayır’ cevabını vermiş ama uzun uzun süreci anlatırken, Rumları AB’ye alma kararının yanlışlığına değil, Annan Planı referandumu sonrası Rumları ‘cezalandırma’ kısmına odaklanmıştı.
26 Nisan’da (Referandumdan iki gün sonra, Rum Kesimi’nin AB’ye üye olmasından 5 gün önce) AB Dışişleri Bakanları toplantısında yaşanan tartışmayı da şöyle anlatmıştı:
“Rum Lider Papadopulos’un Bürgenstock anlaşmasına imza attıktan sonra anlaşmanın reddedilmesi için kampanyaya başlamıştı. Türk kesimi olması gerekeni yaptı, Rum kesimi ise tam tersini, planı sabote ettiler. AB’nin, karşılıklı ticareti başlatmak ve Kuzey’e pek çok farklı alanda yardım yapmak gibi bazı adımları atmamız gerektiğini düşündük. Bu bir karardı. Üzgünüm ki AB Komisyonu, Yunanistan ve Rumlar bunu da sabote etti. Biz o planı uygulamalıydık.”
BM planını reddetmiş olmalarına rağmen Rumları AB’ye alarak ödüllendirdiler, barış planını kabul eden Kıbrıs Türklerini ise yine yalnız bıraktılar. Ambargoları bile kaldırmadılar. Jack Straw’un uzun süredir bu şekilde ‘yanlış yaptık’ diye konuşup durmasında nasıl bir hesap var bilinmez ama Kıbrıs Türkleri de Türkiye de Avrupa Birliği’nin kendilerine yaptığı haksızlığı unutmayacak.