Kapıcı dostlarımdan birinin eşi, Cihangir’deki apartmanın giriş kapısı önünde, az uzakta duran 10 yaşındaki kızını azarlıyordu.
Kendisine:
- Ne oldu, dedim; seni çok mu kızdırdı?
- Dik başlılık ediyor, dedi; okula gitmek istemiyor.
* * *
Sonradan öğrendim ki, aynı gün, belki de aynı saatlerde; Konya Tepeköy İlkokulu’nda, sınıfa kitabıyla gelmeyen ufacık bir kız öğrenciyi, önce kadın öğretmen tokatlamış, sonra da sınıftaki tüm arkadaşlarına tek tek tokatlatmış.
* * *
Bendeniz de 1934-35 ders yılında, Göztepe Beşinci İlkokulu’nun 2’nci sınıfına giderken; ilk ders zili çalmadan önce, bahçede her sınıf ikişer ikişer arka arkaya sıralanırdı.
Müdür Hikmet Bey mendil muayenesi yapardı.
- Çıkarın mendillerinizi, diye bağırırdı.
Mendillerimizi çıkarır, havaya kaldırırdık.
* * *
Bizim sınıfın öğretmeni Melek Hocanım, çocukları seven anlayışlı bir öğretmendi.
Bir de Barika Hocanım vardı; küçücük öğrencilere, yerli yersiz çakardı tokadı.
* * *
Bir gün teneffüste bahçedeyken, yarı beline ancak gelen bir kız çocuğunu; sağlı sollu tokatlaya tokatlaya üstüne doğru yürüyerek, hıçkıran kızcağızı bahçenin bir ucundan öteki ucuna kadar geri geri yürütmüştü.
* * *
Eski zaman ailelerinin, çocuklarını okula verirken, hocalara:
- Eti senin, kemiği benim, demeleri de;”sadik” bir ruhsal sakatlığın, yaygınlaşarak gelenekselleşmiş olması değil miydi?
* * *
Çocuklar, neden sevsinlerdi ki okulları?
* * *
Tepeköy İlkokulu’nda, kitabını evde unutan bir kız öğrenciyi, önce kendi tokatlayan, sonra da sınıf arkadaşlarına tokatlatan kadın öğretmenin bir de çocukluğu incelense...
Acaba biraz da, Türkiye’nin “psikososyolojik” yapısı mı incelenmiş olurdu?
* * *
Bundan 2 bin 700 yıl önce Atina’daki Delfi Tapınağı’nın üstünde:
“Kendi kendini tanı” diye yazarmış.
Sokrates’in de çok benimsediği bir sözmüş bu.
* * *
İnsan kendini ne kadar tanıyabilir ki?..
Hele, “kadın”ın dışlandığı ve bir küfür mancınığı olarak kullanıldığı bir diyarda.
* * *
Türkiye’de 450 bin erkek erkeğe kahvesi var.
Acaba oralarda vakit öldürenlerin çocuklukları nasıl geçti; analarının, babalarının çocuklukları nasıl geçmişti?
* * *
Son 100 yılda, oralarda konuşulan konular, bugün ne kadar değişti?
Bendenizin o kahveleri merak ettiğim dönemlerdeki konular, beş aşağı beş yukarı şöyleydi:
Bizim başımıza eli sopalı biri gerek...
Sallandır 2 kişiyi, bak her şey nasıl düzelir...
Önce ahlakı düzeltmek gerek...
* * *
Bazıları da, filozofça başını yana çevirerek:
- Biz adam olmayız, derlerdi.
* * *
Acaba onların bugünkü kız torunları, erkek torunları nerelerde, nasıl yaşamakta?
* * *
Bir de beslenme bozukluğu sorunu var; enerji eksikliğinin yarattığı üşenmeler, ertelemeler, savsaklamalar...
Sonra da bol bol övünme...
* * *
“Uzay çağı”nın potasında eriyip gidecek bir garip dönemden geçilmekte.
* * *
2110 yılında, şöyle bir göz atabilseydik İstanbul’a; kim bilir ne kadar şaşırırdık?
1910’da yaşamış olanlar da, şimdi bir göz atabilseler İstanbul’a, şaşırıp kalmazlar mı?
* * *
Kimsenin merak etmediği konulardan biri de, yabancılarla evliliklerin artıp artmadığı...
Küreselleşme sürecinin, ne kadar dışında kalınabilir ki?
* * *
Nasırlanmış koşullanmaların kabuklarını kırmak da kolay değil; övünüp durmanın, uçamadan kanat çırpmasına alışılmışken...
* * *
28 yaşından küçük 40 milyon gence Tanrı kolaylık versin.
Neyse ki onlar pek farkında değiller, neler ve neler yaşayacaklarının; tek istedikleri “iyi yaşamak”...
Demek ki, bir de “kötü yaşamak” var...
* * *
Sorun büyük ölçüde “ekonomik” gibi görünmekte...
“İyi yaşayamayanlar”ın da, neden yoksulluk çektiklerini bilimsel bir süzgeçten geçirmek gerekmez mi?
* * *
Ne demişler:
- Düşün düşün, boktur işin, demişler.
Descartes da:
- Düşünüyorum, demek ki varım, demiş.
Shaskespeare’in Hamlet’i ise:
- Var olmak, yahut olmamak; işte sorun bu, diyor.
* * *
Seç seç al, hangisini istersen...
Ancak ola ki, düşünmeden var olmaya çalışmak da, akıntıya kürek çekmek belki...
* * *
En iyisi bizim Temel Reis’in fıkrası...
Temel, dostu Dursun’la yan yana yürürken; Dursun birden bayılıp yere düşmüş.
* * *
Temel, hemen saatine bakarak nabzını tutmuş Dursun’un, sonra da:
- Ha ya pizum Dursun öldi,ha ya penum saat durdi, demiş.
* * *
Sanırım ne siyasetçiler, ne üst düzey yargıçlar, ne de militerler alınır böyle bir fıkradan...
* * *
Havalar da ısınıyormuş, ne güzel...